Sevenlerin Dilinden H.Z. SAMİ (K.S.)
Ve yine son devrin Osmanlı âlimlerinden, bu devirde de yaşamış ilmihal sahibi, altı ay diyanet işleri başkanlığı da yapmış Ömer Nasûhi Bilmen, Sami Efendimizi bir ziyaretinden sonra çıkarken şöyle diyordu: “ Bizim elde ettiğimiz ilimden maksat şu Zatın halini iktisâb (elde) etmektir”
1950’li yılların başında (1954 olabilir) Efendi hazretleri Suriye’ye gitmişlerdi. Orada meşâyıhtan epeyce bir zât var. Şeyh Kettânî, o zevâtın hepsini bir yerde toplamıştı. (Suriye’nin, Mısır’ın, Türkiye’nin şeyhleri de orada mevcuttu.) Kendi aralarında diyorlar ki, “Bir murakabe yapalım, Sâhibü’z-zamân kimdir? öğrenelim.” Şeyh Kettânîmurâkabe anında gayr-i ihtiyârî “VallâhiSâhibü’z-zamânŞeyhu’lekrattır (Türk Şeyhi)” diye bağırarak Sâhibü’z-zamân’ın Hz. Sâmî (k.s.) olduğunu beyan etmişler. (Allah’a hamd ü senalar olsun ki bizi öyle bir Zât’a evlâd olmayı nasip ve müyesser eylemiştir.)
Mısırlı bir âlim Türkiye’de İslâmî bir gençlik hareketi başlattığımızı duyunca, Medine-i Münevvere’de fakiri bularak görüşmek istemişler. Bu görüşmede “Kime mensûbsunuz, mürşidiniz kim?” diye sordular. “Sâmî Efendi” diye cevap verince daha önce ismini duymadığını söyleyip “Sâmî Efendinin hallerinden biraz bahseder misiniz?” diye sordu. Ben de Efendi Hazretleri ile ilgili şu kıssayı anlattım: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:
“- Seferden döndüğünüzde hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz.” buyuruyorlar.
Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak için lavaboya her gidişlerinde yol zevcelerinin odasından geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan, usanmadan, seve seve her def‘asında zevcelerini haberdâr ederlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en az on def‘adevâm etti” deyince yabancı âlim ayağa kalkarak:
“- Vallâhi bu zât Sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiç bir velî sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, ancak o yapabilir” dedi.
Tabî ki altının kıymetini sarraf bilir. Bu zat büyük bir âlim, ma’neviyat ehli bir kimse idi. Bu işleri de bildiği için bunu ancak Sâhibü’z-zamân yapabilir dedi. El-hamdüli’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.
“ Sarayburnu’nda gemileri akıntıya karşı durdurmak ne kadar zor… Sami Efendi Hazretleri sohbetlerinde bu zenginleri, bu makam ve mevki sahiplerini saatlerce tahiyyat oturuşunda oturtuyor ya Sarayburnu’nda gemileri akıntıya karşı durdurmaktan daha zor.”
“Öyle bir zata sahipsiniz ki bütün kâfirler bir araya gelse, gökyüzünden onu yere atsalar, yine ayakları üstüne düşer. Hiçbir kâfir ona bir şey yapamaz. Zira Cenab-ı Hakk tarafından teyid edilen bir vazifesi vardır… Sami Efendi bu ümmetin en büyüğü idi başka ne söylense boştur.”
“Yeryüzünde melek görmek isteyen Sami evladımızın yüzüne baksın. Sami evladımın edebine melekler gıpta ederler. Mahviyeti benden fazladır.”
“Şam ehlullah diyarıdır. Ben bu mübarek zatı daima derin bir hayranlıkla temaşa ederim. Sebebi ise bütün güzel sıfatları üzerinde toplayan bu zât kadar Ebu Bekir es Sıddık meşrebinde bir insan görmedim.”
Şam’da 1965 senesinde hacca giden bir topluluğa şunları söylüyordu: “Siz Mahmut Sami Efendi’yi bilirsiniz. Ben arzı tanırım. Şarka, garba, kuzeye ve güneye bakıyorum. Bu üstaz gibi Muhammediyyü’lmeşreb bir veli kimseyi göremiyorum. Bu zat asırlar içinde ender görülen bir yüce zâttır. Kadir ve kıymetini biliniz.”
“Ben yüzlerce meşayih gördüm. Fakat bu zata karşı sevgim başka.”
“Sami Efendiyi tanırım. İki kere elini öpme şerefine erdim. Sami Efendi gökten inen taze yağmur gibidir, İdrofilli pamuk gibidir, yaralara konur, tedavi edilir.”
Sizi bizden ayıran, gamlı hazan meltemi mi?
Yoksa, hicrân götüren menzili meçhûl gemi mi?
Kenz-i mahfîde yazılmış kaderin hâtemi mi?
Şu gönül ağrısı, hilkatteki firkat demi mi?
Ağlayan arz-ı semâ hasretimin matemi mi?
Ağlıyor ebr-i seher bağrına sinmiş de “güz”ün
Dökerek nâlevüfigânını küllün ve cüz’ün
Çağlıyor âhı terennümle Erenköy’de hüzün
İftirâk ateşi, bilmem ki garip gönlümüzün,
Bir ömür bitmeyecek gulgulenin hemdemi mi?
Sizi candan severim, bende riyâ zerresi yok.
Mücrimim amma “Bu”yum, benliğimin kisvesi yok.
Kurumuş bâğ-ı çemen, artık açan lâlesi yok.
Yoksunuz, leyl ü nehârın tadı yok; neş’esi yok.
Ayrılık, bizlere Pîrân-ı Kirâm sitemi mi?
Pürgünâhım, gece eflâkı tutar hıçkırığım.
Künd-i zulmette nihân şûlesi sönmüş ışığım.
Hâlimin arzı budur, sanmayınız sırnaşığım.
Hâk-i pâyinize açmış bir ufak sarmaşığım.
Bu tecellî-i hayat dertlerimin merhemi mi?
Bin tahassür ile ihvânınızın derdi, derin.
Atarak cismini, ummânınagâmın, kederin.
Bilmedik, gâye-i maksûdunu bizler, seferin.
Kabr-i Peygamber-i Zîşân’da doğan her seherin.
Ravzasından çağıran er şafağın gül femi mi?
(H. Câhid Ercan)
HZ. MAHMUD SÂMÎ (K.S.)’NİN İRTİHALİ’NİN
MİLADÎ SENE-İ DEVRİYESİ DOLAYISIYLE…
Ararım ağlayarak katrede, ummanda seni
Gül açan goncada nâle-i hicranda seni
Izdırâbınla yanan îne-i sûzanda seni
Hissedip leyl-ü nehâr tende seni, canda seni
Firkatin yıktığı, şu ömr-ü perîşanda seni.
Ağlıyor ben gibi ufkumda sönen bin emelim
Ağlıyor dîdelerim, her tâatim, her amelim
İrtihâlin ile birdenbire lâl oldu dilim
Açılıp göklere gündüz, gece bîçâre elim
Dilerim görmeği ben, Ravza-i Rıdvân’da seni.
Bir muhabbet ki onun her ânı dünyâya bedel
Kays-ı Mecnûn eyleyen mâşûka, Leylâ’ya bedel
Adının her hecesi ni’metiuzmâya bedel
Âsumânımda yanan Necm-i Süreyyâ’ya bedel
Bir ömür gördü gönül mihr-i dirahşanda seni.
Seni Peygamber-i Zî-şân çağırıp hânesine
Severek okşayarak sardı aziz sînesine
Kenz-i mahfîde yazılmış seferin gâyesine
Nâil oldun girerek cennetin ol bahçesine
Saklayıp Rabb-i Celîlgûşe-i sultanda seni.
Geçiyorken yine sensiz, şu ömür yaz ile güz
Silinip gitti gönülden bütün eşyâ, kül, cüz
Neme lâzım benim artık gece, akşam, gündüz
Ağlayan Câhid’e bir bak yapayalnız, öksüz
Arıyor yaş dökerek zerrede, cîhanda seni…
(H. Câhid Ercan)
Sosyal Medya Hesaplarımızı Takip Edin