MAHMUD SAMİ RAMAZANOĞLU (K.S.)’UN KİTAPLARINDAN PASAJLAR
BEŞ NESNE KALBİ AYDINLATIR, KARANLIĞI GİDERİR:
1 — İlim meclisinde bulunma.
2 — Elini yetim başına sürmek.
3 — Seher, vaktinde çok istiğfar etmek, günahlarının afvını istemek.
4 — Az yemek.
5 — Çok oruç tutmak.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ali (r.a.), s. 295)
SABREDEN FAKİR
Bu ümmetin fukarası, zenginlerden yarım gün önce Cennete gireceklerdir. O yarım gün dünya ölçüleriyle beş yüz yıldır. Zira bir gün Hak Teâlâ indinde bin senedir. Nitekim: «Allah nezdinde bir gün sizin sayageldiğiniz günlerden bin yıl gibidir.» (Hacc s. 47) âyet-i kerimesi bu mânâya şahiddir.
Fakirden murad «Sabreden fakir»dir ki, ahkâm-ı şer’iyyeyi yerine getiren, şeriatın mahzurlu gördüğünden kaçınandır. Fakirlerin de kendi aralarında dereceleri ve mertebeleri vardır. Nitekim: «Biri diğerinden üstün» tutulmuştur. Onun da en yüce mertebesi makam-ı fenâdır ki, o da Hakk-celle ve âlâdan başka herkesi âciz ve naçiz bilip yok kabul etmektir. Fakrın bütün mertebelerini şahsında toplayan fakîr onun bazı mertebelerine vâsıl olabilenden daha efdaldir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musâhabe 6)
ÖMER (R.A)’İN NESEBİ
Ömer bin El-Hattâb bin Nüfeyl bin Abdü’l-Uzzâ bin Rabâh bin Abdullah bin Kurt bin Zürâh bin Adîy bin Ka’b bin Lüey bin Fihr bin Mâlik.
Sekizinci ced’de Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz’le nesebi birleşir.
Hz. Ömer (r.a.)’in ceddi Nüfeyl, kabileler arasında ihtilâf zuhurunda hakem olarak kabul edilmişti.
Cedd-i Peygamberi Abdülmuttalib ile Harb İbn-i Ümeyye arasında riyaset meselesinden dolayı ihtilâf zuhur ettiği zaman Nüfeyl, Abdülmuttalib lehine şu sözleri söylemişti:
«Boyu seninkinden daha uzun, yüzü senin yüzünden daha sevimli, dimağı seninkinden daha büyük, nesli senin neslinden daha çok, taraftarları senin taraftarlarından daha mebzul bir adamla boy mu ölçüşüyorsun?»
«Bunu söylerken biliyorum ki, senin de arablar arasında sözün geçer. Sesin yüksektir! Aşiretinin vahdetini muhafazaya kıskançsın!»
Nüfeyl’in Ömer ve Hattâb isminde iki oğlu vardı. Ömer’in oğlu Hz. Faruk (r.a.)’un yeğeni Zeyd (r.a.), öyle yüksek bir zekâyı ve mümtaz bir seciyyeyi hâiz idi ki, Bi’set-i Nebeviyyeden mukaddem putperestliği terk ederek Tevhid-i İlâhi’yi kabul etmişti. Arabları Din-i İbrahim’e davet ederdi. Bu yüzden halk kendisine düşman olmuştu.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ömer (r.a.)
EBÛ BEKİR (R.A.)’İN HALİFE OLARAK İLK HUTBESİ
«Ey nâs!…
Sizin en iyiniz olmadığım halde sizin başınıza geçmiş bulunuyorum. Vazifemi yollu yolunda ifâ edersem bana yardım ediniz. Yanılır isem bana doğru yolu gösteriniz, doğruluk, emânet, yalancılık hiyânettir. İçinizdeki zâif hakkını alıncaya kadar nazarımda kuvvetlidir, içinizdeki kuvvetli de, ondan başkasının hakkı alınıncaya kadar zaiftir. Bir millet Allah (c.c.) yolunda cihaddan fariğ olursa o millet zillete duçar olur. Bir millette fenalık revaç bulursa bütün millet belâya uğrar. Ben Hz. Allah’a, Peygamber (s.a.v.)’e itaat ettikçe siz de bana itaat ediniz. Ben Hz. Allah (c.c.) ve Peygamber (s.a.v.)’e isyan edersem sizin bana itaatiniz lâzım gelmez. Haydi namazınıza, Allah Teâlâ cümlemizi rahmetine lâyık kılsın.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ebu Bekir (r.a.), s. 114)
KALB-İ SELİM
Âyet-i Kerime’de:
«Ölülerin kabirlerinden kalktıkları o günde mal ve evlat menfaat vermez; ancak Cenab-ı Allah’a selâmet-i kalb ile gelen kimse menfaat görür.» buyurulur. (Şuara s. 87-89)
Kalb-i Selim: Kibir, hased, mal sevgisi, hubb-i câh gibi kötü ahlaktan temizlenmiş bir kalbdir. Bir kimsenin kalbinde zerre kadar kibir oldukça cehennem ateşiyle yanıp temizlenmedikçe Cennet’e giremeyeceğini Nebi (s.a.v.): «Kalbinde zerre ağırlığınca kibir bulunan kimse Cennet’e giremez.» buyurarak haber veriyor.
İblis de nice yıllar ibadet etmiş olduğu halde kibrinden dolayı Hakk’ın huzurundan kovulmuştur.
Cenab-ı Hakk’ın nazarı daima mü’minlerin kalbinedir. Nitekim hadis-i şerifte buyrulmuştur:
«Allah sizin cisminize, zahir! kalıbınıza ve suretinize nazar etmez. Belki kalbinize nazar eder.»
Abdulkadir Geylanî (k.s.) hazretleri de şöyle buyurur:
«Mal, para, servet cepte, kasırda, evde ve mağazada caizdir. Fakat kalbde caiz değildir. Mü’minin kalbi nazargâh-ı ilahîdir.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musâhabe 6)
HZ.ALİ (R.A.)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hazretleri şöyle buyurmuşlardır: “Ben ilmin medinesiyim (şehriyim), Ali de kapısıdır. İlmi isteyen kapısına müracaat etsin.”
Bu Hadis-i Şerif, İmam-ı Ali (r.a.) Hazretlerinin ulûm-i diniyyeden çok haz duyduğunu isbât ediyor. Mesâil-i diniyyeden bir mes’ele için Hazret-i Muaviye (r.a.)’e müracaat olunduğunda:
“Ali’ye müracaat ediniz, zira benden alimdir.” cevabını verir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz buyurdular:
“Ali’nin fezâilini ve menâkıbını zikreylemek yahud hakkında (radiyallahüanh) söylemek ibadettir.” (Câmi’üs-Sağir)
“Ali, dünyada ve ahirette benim kardeşimdir.” (Cami’üs-Sağir)
“Ali’nin bana olan nisbeti, Harun’un Musa’ya olan nisbeti gibidir. Şu kadar var ki benden sonra peygamber gelmeyecektir.”
“Allah (c.c.)’ın, Esmâül-Hüsna’sından başkası zikr edilmez” diye i’tiraz olunmasın. Zira: “Salihleri anmak günahlara kefarettir. Sâlihlerin anıldığı yere -yahud salihler anıldığı zaman- rahmet nüzul eder.” Hadisleri dahi bu ma’nayı te’yid eder.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Osman ve Ali (r.a.), s. 85)
İNSANIN NİYYETİ 4 VASIFTAN HÂLİ OLMAZ
— Dilinden ve gönlünden düşmeyen şey dünyâ ise bu kimse niyyeti ve ameli kötü kimsedir.
— Dilinden düşmeyen şey âhiret, gönlünden çıkmayan şey dünyâ ise bu kimse de niyyeti ve ameli kötü kimsedir.
— Dilinden ve gönlünden eksik olmayan şey âhiret ise o kimse niyyeti ve ameli güzel kimsedir.
— Dilinden ve gönlünden düşmeyen şey Allah Teâlâ’nın rızâsı ise bu kimse de niyyeti ve ameli en güzel olan kimsedir.
Bunlardan birincisi kafirlerin hali, ikincisi münafıkların, üçüncüsü ebrârın, dördüncüsü de mukarrebinin halidir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsiri, s. 71)
MUS’AB B. UMEYR (R.A.)
Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’a ilk akabede bey’at eden oniki zat ile ta’limi din ve Kur’an için Medine’ye göndermiştir.
Hicretten evvel Medine’de ilk Cuma namazını Mus’ab b. Umeyr (r.a.) kıldırmıştır.
Uhud’da yirmibir yerinden yaralanmıştır. İbni Kemietü’l-leysî tarafından şehid edilmiştir. Kırk yaşında veya daha ziyade idi.
Buhari’nin Abdurrahman b. Avf’ın oğlu İbrahim’den rivayetine göre, İbrahim diyor ki: Babamın oruçlu bulunduğu bir gün önüne konulan iftar sofrasını şöyle bırakıp bana dedi ki:
«Mus’ab b. Umeyr Uhud günü şehid edildi. Halbuki Mus’ab benden çok hayırlı idi. Bu mübarek şehide kefen yerine bir kaftan sarılmış ki, başı örtülse ayakları açılıyor, ayakları örtülse başı açılıyordu.»
«Yine Uhud’da Hamza da şehid oldu. O da benden hayırlı idi. Onu da kefenleyecek bir hırkadan başka bir şey bulunmadı. Bunlar zühdî bir hayat içinde Hak evine gittikten sonra dünyanın bunca nimetleri karşımıza seriliyor. Ahiret için kazandığımız hasenatımız ta’cil edilip de dünyada verilmiş olmasın?» deyip müteessir olarak ağlamağa başladı. Hatta iftar yemeğini de terkeyledi. Abdurrahman b. Avf (r.a.) aşare-i mübeşşereden bir zattı.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Uhud Gazvesi, s. 67)
EBU BEKİR (R.A.)’İN NESEBİ
Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in adı «Abdullah»dır. Künyesi Ebu Bekir’dir. Lâkabı, Sıddîk ve Atîyk’dir. Babasının adı Osman, künyesi Ebu Kuhafe’dir. Anasının adı Sema, künyesi Ümmülhayr’dır. Babası ve anası tarafından nesebi «Mürre»de Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birleşir.
Babası Ebu Kuhafe, Mekke-i Mükerreme’nin fethinden sonra Hz. Ebu Bekir’in delaletiyle İslâm olmuştur ve 92 yaşında Hz. Ebu Bekir (r.a.)’dan sonra vefat etmiştir.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) Kureyş’dendir. Teymî’dir. Câhiliyetde ismi Abdül Kâ’be idi. Müslüman olunca Hz. Peygamber (s.a.v.) O’na Abdullah ismini vermiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ilk tasdik edenlerden olduğu gibi Mirâc-ı Nebiyi dahi müşriklerin inkârına rağmen hiç tereddüt etmeden derhal tasdik ettiğinden Sıddîk namına hak kazanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki:
«Kimi İslama davet etti isem ilk lâhzada tereddüt geçirmiştir. Yalnız Ebu Bekir müstesnadır. O hemen tasdik etmiştir.»
Cehennem ateşinden azad olunmuş bulunduğu Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafından kendisine müjdelenmiştir. Bu itibarla da «Atik» lâkabını taşır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in doğumundan iki sene sonra dünyaya gelmiştir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ebu Bekir (r.a.), s. 17)
PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.)’İN İRTİHALİNDEN SONRA EBÛ BEKİR (R.A.)
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in cesedi mübarekini gördükten sonra hücreden çıkarken kendini teessüre kaptırmadı. İslâmiyetin vücuda getirdiği inkılâbı yaşatmak ve yükseltmek ve vahdeti muhafaza etmek, İslâmiyetin ilga eylediği cahiliyeti tekrar diriltmemek, İslâmiyetin nefh ettiği hayatı idame ve inkişaf ettirmek gayesinde idi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) de bu işin tam ehli idi.
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in ilk vazifesi cemaat-i müsliminin galeyanını teskin etmekti.
Evvelâ Cenâb-ı Hakk (c.c.)’a hamd eyledi. (s.a.v.) Efendimize salât ve selâm getirdi ve sonra şu kıymetli sözleri söyledi:
«Ey nâs! Muhammed (s.a.v.)’e tapan bilsin ki, Muhammed (s.a.v.) ölmüştür. Hz. Allah (c.c.)’a tapanlar ise Allah (c.c.)’ın Hayyun-lâyemut olduğunu bilirler. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
(Meâlen) «Muhammed (s.a.v.) ancak bir Peygamberdir. Ondan evvel nice peygamberler gelip geçmiştir. O, ölür veya öldürülürse siz geri mi döneceksiniz? Kim geri dönerse Allah (c.c)’a bir zarar vermez. Allah nail olduktan İslâmiyet ni’metine şükredenlere mükâfatını verir.» (Âl-i İmrân s. 144)
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ebu Bekir (r.a.), s. 110)
HAMD
Hamd, Sûfiyyeye göre kendisine hamd edilenin kemâlini izhârdır. Onun kemâli de sıfatında, efâlinde ve asarında (eserlerinde) zahir olmuştur.
Hamd; Kavli, fiilî ve hâlî olmak üzere üç kısımdır.
— Kavlî Hamd: Cenâb-ı Hak kendisini nasıl sena ettiyse ve hamdini enbiyasının lisanlarında nasıl icra ettiyse lisanın öylece hamd ü sena etmesidir.
— Fiili Hamd: Allah (c.c.)’ın rızasını umarak ve ancak ona teveccüh ederek bedenî ibadet ve hayrata devam etmektir. İnsana lisanıyla hamdetmek ne şekilde vacip ise her bir uzvuyla hamd etmek de öyle vaciptir. Kul her bir uzvunu ne için yaratıldıysa Allah (c.c.)’a kulluk ve O’na kurbiyyet yolunda Ser-i şerifin beyan ettiği vech ve istikamette kullanılması lâzımdır. Kulun bu vazifeleri ifada nefsî nazlarını tatmin gibi süflî bir arzu bulunmamalıdır.
— Hâlî Hamd: Ruh cihetiyle yapılan hamddir ki ilmi ve amelî kemâlât ile muttasıf olmak, ahlâk-ı İlahiyye ile ahlâklanmaktadır. Kulun hamdi, Allah (c.c.)’ı bildiği ölçüde kıymet kazanır.
Hamd, sena, şükür, medh manalarını da müştemildir ki «lillahi» kelimesinde sena, «Rabbi’l-alemin» de şükür ve «Er-Rahmani’r-rahim mâlik-i yevmiddin» de de medh ifade edilmiştir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Fâtiha Süresi Tefsiri, s. 24)
MEDÎNE-İ MÜNEVVERE’YE TEŞRİF-İ NEBEVİ
Resûl-ü Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Cum’a namazını kıldıktan sonra yine devesine bindi. Ve Medîne-i Münevvere’ye doğru teveccüh, eyledi. Lâkin Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Medine’de kimin evine misafir olacağını kimse bilmiyordu. Resûl-i Ekrem (s.a.v. Efendimiz teşrif edince, Medine yerinden oynadı. Halk âdeta düğün bayram edercesine şenlik eylediler. Çocuklar sevinçlerinden sokaklarda:
«Allahu Ekberü Muhammed Mustafâ geldi.
Allahu Ekberü Resûlullah geldi!!» diyerek çağrışıyorlardı. Ve şâirler:
«Kudûmunla Medîne efdâl-i arz u semâ oldu,
Mükerrem hem müşerref Hem münevver pür-ziyâ oldu,
Nigâh-ı iltifatın düş olaldan hâk ı pâyine
Hakikat «Kabe-i uşşak» olup kıble-nümâ oldu.»
Yolların iki tarafında insanlar sıralanmışlardı. Kabileler:
— “Yâ Resûlallah (s.a.v.) işte evlerimiz, işte mâllarımız, işte canlarımız, emrinize amadedir. Yâ Resûlallah (s.a.v.), bize buyurunuz. Size yabancı olmayan, saygı duyan, düşmanlarınızı tepelemeğe gücü yeten ailemizde misafir olunuz!” diyorlardı.
«Dolunay Veda Dağının sırtlarından doğdu.
Allah’a yalvaran bulundukça, bize de şükrekmek vacip oldu.»
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, Ebû Eyyûb El-Ensâri (r.a.)’nin evine yerleşmiştir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Ashab-ı Kiram, s. 23)
ABDULLAH İBN-İ ABBAS (R.A.)’DAN BİR HADİS-İ ŞERİF
Abdullah İbn-i Abbas (r.a.) demiştir ki:
Bir gün Nebiyyi-i Ekrem (s.a.v.) Hazretlerinin terkisindeydim. Buyurdu ki;
Evlad, sana bir kaç söz belleteyim! Allah’ı yani emr u nehyini gözet ki, Allah da seni gözetsin. Allah’ı gözet ki, onu karşında bulasın. Bir şey istediğin vakit Allah (c.c.)’dan iste, yardım dilediğin vakit Allah (c.c.)’dan dile. Şunu bil ki cemi mahlukat elbirliğiyle sana bir faide ve menfaat bahşetmek isteseler, Allah (c.c.)’ın sana yazdığından fazla bir şey bahsedemezler. Keza cemî mahlukat elbirliğiyle sana bir zarar vermek istese, Allah (c.c.)’ın sana takdir ettiği ziyandan fazlasını yapamazlar. Kalemler işleri hitama erip kaldırılmış, sahifeler de, «üzerlerinde yazılar tamam olup» kurulmuştur.
İşte bu hadîs-i şerifi, her mü’min kalbinde bir ayna gibi saklamalıdır. İşini gücünü buna göre ayarlamalıdır. Böylece çalışmalı, son nefesine kadar böyle gitmelidir. Cenab-ı Allah (c.c.)’ın rahmet ve inayeti sayesinde dünya ve ahirette de güçlüklerden salim ola.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Ashab-ı Kiram, s. 122-123)
KUBA MESCİDİ
Bu mescid-i şerif İslamiyetin zuhûrunda en evvel binâ edilen ve en evvel kendisinde aşikâr olarak cemaatle namaz kılınan mesciddir. Medine-i Münevvere’ye üç mil mesafededir. Buraya Âliye derler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bu mescidin binasında amele gibi çalıştı. O derece ki taşların ağırlığı altında Vücûd-i saadeti eğiliyordu. İşte şu âyeti celîle burada nazil olmuştur:
Meal-i Şerifi: «İlk gününden Takva temeli üzerine kurulan Kubâ’daki mescid’de namaza durman daha doğrudur. Orada temizliği ve nezaheti seven insanlar vardır. Allah temizlenenleri sever.» (Tevbe Sûresi 108)
Mescid-i Harâm, Mescid-i Şerîf-i Nebevi ve Mescid-i Aksa’dan sonra İslâmiyet nazarında efdal bir mescid bu Kuba Mescid-i Şerîfi’dir
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hicretinde mübarek devesi bu mescid arsasına çöktü ki; yeri hala bellidir.
Bir hadîs-i şerifte:
«Bu mescid-i ziyaret edip iki rek’at namaz kılana bir umre ecir ve sevabı vardır» diye buyurmuşlardır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz bir cuma günü Kuba’dan kalktı. Yolun sol tarafına gelen Sâlim bin Avf vâdisinde «Ra’nuna» denilen (vadide) inip orada beliğ bir hutbe îrâd edip namazını kıldığı ilk Cum’a budur.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s), Ashâb-ı Kirâm, s. 201)
OSMAN (R.A.)’IN ŞEHADETİ
Mervan’ın bir hîlesi ile Hz. Osman (r.a.) aleyhine tahrik olunan âsiler galeyana gelip, Hz. Osman (r.a.)’ın ya hal’i (görevden alınması), ya katli, diyerek azmeylediler. Hz. Osman (r.a.)’ı hanesinde sıkı bir şekilde muhasara edip içeriye su girmesine bile müsaade etmediler.
Hz. Osman (r.a.) kendisini öldürmek isteyenlere Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in dilinden şunları söylemişti:
“— Bir müslümanın kanı ancak üç şeyden biri ile mubah olur. Müslüman olduktan sonra tekrar küfre dönmek, evli olduğu halde zina etmek veya bir kimseyi öldürmek. Ben ise müslüman olduktan önce ve sonra zina etmedim, dinimden fedakârlıkta bulunmadım ve bir kimseyi de öldürmedim, o halde beni nasıl öldürüyorsunuz?”
Şehadeti esnasında orada bulunan Ebû Hureyre (r.a.), işgalciler Hz. Osman (r.a.)’ın muhafızlarından birini öldürünce:
“— Yâ Emir’el-mü’minîn, savaşma sırası geldi, bizden birini şehid ettiler.” demiş. Hz. Osman da:
“— Yâ Ebâ Hureyre (r.a.) elindeki kılıcı at! Bunların hedefi sadece benim. Ben kendimi feda ederek mü’minleri koruyacağım.” dedi ve şehid oldu.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s), Hz. Osman Zinnureyn (r.a.), s. 126)
SADIK DOST
Hz. Ömer (r.a.) buyururlar ki: «Sizden biriniz candan bir arkadaşından sevgi ve samimiyet görünce ona sımsıkı sarılsın. Çünkü bu her zaman ele geçmeyen bir devlettir.»
Âyet-i kerimede, buiyurulur: «Kıyamet gününde mücrimler (bizi ancak bizden önceki mücrimler sapıttı. Artık bizim için ne şefaatçiler ne de candan bir dost yoktur) diyecekler.» (Şuâra Sûresi: 99-101) Dünyada mücrimlerle ülfet edip, candan dost kazanmayanlar şefaatçi de ümit etmiyorlar.
Hakiki mü’minlerin esas vasıflarından, güzel ahlâkından bazılarını şu hadîs-i şerif meali bildirmektedir: “Mü’min gayet sıcakkanlı, ince ruhlu ve yüksek seciyye sahibidir. Pek çabuk sevilir ve kendisiyle anlaşmak kolay olur. Bu sıfatlara haiz olmayanda hayır yoktur.” denmiştir.
Bazı hikmet ehilleri oğullarına verdikleri öğütte söyle demişler: Oğlum istediğin kimselerle arkadaş ol, fakat şu dört kimseden sakın:
1— Ahmakla arkadaş olmaktan sakın; çünkü ahmak sana fayda vereceğim niyetiyle zarar verir.
2— Hırslı, tamâhkar kimse ile arkadaş olma. Çünkü o seni bir lokma ekmeğe, bir yudum suya, bir çekirdeğe satmakta tereddüt etmez.
3— Cimri ile arkadaş olma. Çünkü cimri kendisine muhtaç olduğun vakit de seni perişan eder.
4 — Korkakla da arkadaş olma. Çünkü o seni de, ana babanı da rüsvay eder, sonunda aldırmaz bile.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s), Musâhabe, c. 4, s. 64)
HASAN VE HÜSEYN (R.A.)
Hasan ve Hüseyn (r.a), Ali Bin Ebî Tâlib el-Kureşî el-Hâşimi (r.a.)’in oğullarıdırlar. Valideleri, Hazret-i Fâtımat’üz-Zehrâ (r.anha) Reyhânet’ün-Nebî, Hafid-i Peygamberi (s.a.v.)’dir.
Hasan (r.a.) Hicret-i Seniyye’nin üçüncü senesi Ramazan ayında doğup 49 senesinde Medine-i Münevvere’de 46 yaşında mesmûmen merhum olmuşlardır.
Hüseyn (r.a.) de Hicret-i Seniyye’nin dördüncü senesi Şa’ban ayında doğub 60 senesi muharreminin onuncu âşûrâ gününde Irak’da Fırat nehrine karib Kerbelâ mevkiinde 56 yaşlarına karîb oldukları halde maktûlen merhum olmuşlardır.
Hadis-i Şerif:
«Bir melek semâdan birinci defa olarak bana gelip selâm verdi: Hasan ile Hüseyn sebâb-ı ehl-i Cennet’in seyyidleri ve Fâtımat’üz Zehra nisâ-i ehl-i cennetin seyyidesi olduğunu tebşir eyledi.» (Cami’üs sağir)
Hadis-i Şerif:
«Tahkîykan benim mahdumum ya’ni; Hasan (r.a.) büyük bir zâttır. Me’mûlümdür ki Cenâb-ı Hak iki azîm ordu içinde tekevvün edecek olan münazaayı bununla ıslah buyursun.» (Menâvî)
Vâkıa İmâm Müşârün ileyh Hazretlerinin zamân-ı hilafetlerinde ve kumandası altında bulunan kırk bin asker ile Müâviye’ye tabî olan asâkir-i kesîre arasında muharebe vukuuna az kalmış iken İmâm Hasan (r.a.) Efendimiz uhdesindeki hilâfeti Muâviye’ye terk ederek âteş-i fitneyi itfâye inayet buyurmuşlardır.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Ashâb-ı Kiram, s. 229)
KİŞİ DÜŞMANINA İPUCU VERMEMELİDİR
İbn-i Ömer (r.a.)’in rivayetine göre Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«İnsanlara hüccet telkin etmeyiniz, (ipucu vermeyiniz) sonra yalan söylerler.» (Dârimî, Sünen)
Ya’kup (a.s.)’ın oğulları kurdun insanı yediğini bilmezlerken o, oğullarına:
«O’nu götürmeniz muhakkak beni tasaya düşürür. Siz kendisinden gafil bulunur iken O’nu kurt yemesinden korkarım.» (Yusuf s. 13) diye telkinde bulunduğu için onlar da Yusuf (a.s.)’u kurt yedi dediler.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Yusuf (a.s.), s. 34)
UBÛDİYYET İLE İMTİHAN OLUNMAK
Bazıları dediler ki: Yûsuf (a.s.) zindanda ubûdiyyet ile imtihan edildi ki yeryüzünde malik ve hâlife olduğunda zindandakilere ve bütün memleket halkına merhamet eylesin. Cefâya tahammül etsin, gariblere merhamet etsin, hased edenlere de sabr etsin…
Haberde vârid oldu ki kıyamet gününde kula sorulur: Bana ubûdiyyet (kulluk)tan seni ne men etti de ibadet etmedin? Kul cevap verir:
– Beni mübtelâ kıldın, âmirim beni ubudiyetten meşgul kıldı, ibadet ettirmedi. Cevaben denilecek:
– Senin ubudiyetine mâni olan hâl Yûsuf (a.s.)’ın hâlinden daha mı şiddetli idi? Yûsuf (a.s.) o hâlinde ubudiyetini terk etmedi. Böylece kul kusurunu i’tiraf eder.
Sonra bir zengin sorguya çekilir:
– Niçin bana ibâdeti terk ettin? Seni bana ibâdetten ne men etti?
– Yâ Rabb! malımın çokluğu beni mübtelâ kıldı, ibâdetten alıkoydu. Cevaben denilir:
– Sen Süleyman (a.s.)’dan da mı zengin idin? Böylece Süleyman (a.s.)’ın daha zengin olduğunu i’tirâfla ilzam edilir.
Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Yusuf (a.s.)
EBÛ BEKİR (R.A.) HAKKINDA BAZI HADİS-İ ŞERİFLER
«Nebî müstesna olduğu halde Ebû Bekir herkesten efdaldir.»
«Ebû Bekir Es-sıddık’a deyiniz imâm olup nas’a namaz kıldırsın.» Bu hadîs-i şerîf dahi Hz. Sıddık (r.a.)’ın hilâfetine işaret olan hadislerdendir.
«Ümmetimden en evvel Cennet’e dahil olan Ebû Bekir’dir.»
«Enbiyâ ve mürselin müstesna oldukları halde Ebû Bekir ve Ömer Cennet’de bulunan bilcümle kâmillerin seyyididirler.»
«Ebu Bekir ve Ömer benim için başa nisbetle semi-basar (göz-kulak) gibi azîz ve mühimdirler.»
«İmâm-ı Ali, Fâtıma, Hasan ye Hüseyin benim ehlimdir. Ve Ebû Bekir ve Ömer ehlüllah’tır. Ehlüllah ise benim ehlimden efdaldır.»
«Benden sonra gelen hulefâm’a iktida ediniz; Onlar Ebû Bekir ve Ömer’dir.»
«Cenab-ı Allah (c.c.) beni ve vüzerâi erbaa ile müeyyed buyurdu. İkisi ehli semadan yani Cebrail ve Mikâil ve ikisi de ehli arzdandır. Yani Ebû Bekir ve Ömer Hazretleridir.»
«Ebû Bekir es-Sıddık ve Ömer el-Faruk (R. Teâlâ anhüma) efendilerimiz hazretlerine muhabbet îmândan olup buğzları ise küfürdür.»
«Ehli cennetin kâmillerinin seyyidi Ebû Bekir ve Ömer hazerâtıdır. Tahkik Ebû Bekir Cennet ehli meyanında, semada Süreyya yıldızı gibi parlaktır.»
«Benden sonra makamı hilâfetin, Ebû Bekir ve ondan sonra Ömer hazerâtına intikali için vuku bulan işaretlerim kendiliğimden olmadı, belki Cenab-ı Allah (c.c.) bu iki zatı sairlerine takdim buyurdu.» Bunun hikmeti ise bâr-ı nübüvveti Muhammediye’yi münhasıran müşarünileyhim efendilerimizin hamil ve haiz olması ve bâr-ı nübüvvet bâr-ı velayetin fevkında bulunmasıdır.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ebûbekir (r.a.), s. 84-109)
ÖMER (R.A)’İN ADLİ İDÂRESİ
İslâmiyet târihinde ilk evvel adliye dâiresi Hz. Ömer (r.a.) tarafından vücûda getirilmiştir.
Hakkâniyyet ve adaleti lâyıkıyla icra etmenin şart-ı esasisi; Fukara, ağniyâ, rüesâ, tebeâ, eşraf ve avam arasında müsâvât-ı tâmmenin (eşitlik) gözetilmesidir. Hz. Ömer (r.a.) bu kaideye riâyet olunmasına o kadar dikkat ederdi ki ba’zan mahkemelerde bulunarak hâkimlerin hatt u hareketine nezâret ederdi.
Bir defa Hz. Ubey bin Ka’b (r.a.) ile Hz Ömer (r.a.) arasında ihtilâf vuku’ bulmuş, Hz. Übey (r.a.) da’vâsını Hz. Zeyd bin Sabit (r.a.)’e arz etmişti.
Hz. Ömer (r.a.) müddeâ aleyh sıfâtıyla mahkemeye gelmiş, Hz. Zeyd (r.a.), Hz. Ömer (r.a.)’e arz-ı hürmet eylemişti.
Hz. Ömer (r.a.) bu vaziyetten müteessir olarak şu sözü söyledi:
— «Tarafgirliğin ilk alâmeti budur!»
Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ubey (r.a.) ile yan yana oturdu. Hz. Übey (r.a.)’in delili yoktu. Hz. Ömer (r.a.) de aleyhindeki da’vâyı kabul etmiyordu. Hz. Übey (r.a.) yemin teklif etti. Hâkim Hz. Zeyd (r.a.) de Hz. Ömer (r.a.)’in mevki’ini nazar-ı dikkate alarak Hz. Übey (r.a.)’den bu talebi geri almasını rica etti.
Hz. Zeyd (r.a.)’in bu tarafgirliğinden hiddetlenen Hz. Ömer (r.a.) şu sözleri söyledi:
— «Senin huzurunda âhâl-i nâstan biriyle Ömer müsavi olmazsa hiç bir vakit hâkimliğe lâyık olmazsın!.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ömer (r.a.), s. 88)
SÜNNETE İTTİBA
Hz. Üftâde (k.s.) demiştir ki:
«Tâlib-i Hak ve Hakikat, ancak Sünnet-i Seniye’ye riâyet etmekle terakki edebilir.» Mezkûrdur ki:
Haccâc zamanında insanlar defalarca yağmur duasına çıktılar. Bir damla bile yağmur düşmedi. Onlara birisi dedi ki:
«— Eğer ikindi namazının sünnetini ve yatsı namazının ilk dört rek’atını terk etmeyen bir kimse çıkıp dua ederse Allah yağmur verecektir. Yoksa kırk kere daha dua etseniz bile yağmur yağmayacaktır.
Epeyce böyle bir adam aradılar. Bulamadılar. Sonra Haccâc kendini yokladı:
«— Ben bu namazları hiç kaçırmadım» dedi ve dua etti. Eder etmez şakır şakır yağmur yağdı ve maksud hâsıl oldu.
Bu Haccac’ın sünnet-i seniyyeye sarılmasının bereketiyle olmuştur.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Ashab-ı Kiram)
ALİ (R.A.) SEVGİSİ
«Hz. Ali (r.a.)’in Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e yakınlığını, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in Hz. Ali (r.a.)’ye olan sevgisini, Hz. Ali (r.a.)’nin harblerdeki zaferlerini ve İslâm’a hizmetlerini düşünerek onu sevmek, İslâm’ın meydana çıkıp yayılmasında, Allah-û Teâlâ’nın ve Resulünün beğendikleri işlerin yapılmasında büyük emeğinin olduğunu görerek onu büyük bilmek, ancak mü’minlerin yapacağı iştir. Bunun aksine, saydığımız sebepler yüzünden Hz. Ali (r.a.)’e düşman olan, buğz eden kimselerin nifakının şiddetli, fesadının çok olduğu anlaşılır. Böyle düşüncelerden Allah-ü Teâlâ’ya sığınırız.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ali (r.a.), s. 256)
SADAKANIN EHEMMİYETİ
«Kul, kendi yanındakilerinin en güzelini Allah (c.c.)’a verdiği gibi, Allah (c.c.) da ona kendi nezdindekilerinin en güzelini verecektir. Nitekim Cenâb-ı Allah (c.c.) şöyle buyurmuşlardır: «İyiliğin mükâfatı iyilikten başka değildir.» (Rahman Sûresi, 60. Âyet)
Efendimiz (s.a.v.) de bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurdular:
«Herhangi bir müslüman bir ağaç diker veya bir ekin eker de ondan insanlar, kuşlar ve hayvanlar yerse onun için sadaka olur.»
Rivayet edildiğine göre Efendimiz (s.a.v.) ashabını sadakaya teşvik etmişler, onlar da sadaka vermeye devam etmişlerdir.
Ayrıca Efendimiz (s.a.v.)’in «Sadaka belâyı defeder, ömrü de uzatır» şeklindeki hadis-i şerifi de sadakanın ehemmiyetini beyân etmektedir.
İskender, bir gün cemâatle beraber oturuyormuş. O gün hiçbir kimse ondan bir şey istememiş. Bunun üzerine İskender:
Bugünü ben kendi mülkümden (günümden) saymıyorum demiş.
Niçin ey melik, denildiğinde,
Bu mülkün lezzeti, ancak isteyenlere vermek, zor durumda kalmışlara yardım etmek ve iyi iş yapanları mükâfatlandırmakla, tadılır demiştir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s. 331)
MUHAMMED (S.A.V.)’E VERİLEN AHİD
Bir gün Yahudiler, Huzeyfe bin Yemân ve Ammar bin Yâsir (r.a.)’e Uhud Vak’ası’ndan sonra gelip:
«— Gördünüz mü başınıza geleni? Eğer siz hak üzere olsa idiniz bu hezimete uğramazdınız. Haydi bizim dinimize dönün. Çünkü biz sizin yolunuzdan daha doğru bir yoldayız.» dediler. Ammar (r.a.):
«— Ahdini nakzetmek sizde ne gibi bir muamele görür» diye sordu. Dediler ki:
«— Çok kötü bir muamele görür.» Ammar (r.a.) dedi ki:
«— Ben yaşadığım müddetçe Muhammed (s.a.v.)’e küfretmemek üzere ahdetdim!»
Yahudiler dediler ki:
«— Ammar bizim dinimizden öyle bir çıktı ki bir kerecik yüz göstermesi bile umulmaz. Pekiyi ya Huzeyfe sen bize bey’at etmez misin?» Huzeyfe (r.a.):
«— Ben Rabb olarak Allah (c.c.)’dan, peygamber olarak Muhammed (s.a.v.)’den, dîn olarak İslâm’dan, iman olarak Kur’an’dan, kıble olarak Kâ’be’den, kardeşlerim olarak Mü’minlerden başkasını istemem.» dedi.
Dediler ki: «Musa’nın ilâhı sizin kalblerinize Muhammed (s.a.v.)’in sevgisini içirmiş.»
Huzeyfe ve Ammar (r.a.) onlardan ayrılıp Resûlullah (s.a.v.)’e geldiler ve durumu anlattılar. Resûlullah (s.a.v.):
«— Büyük hayır kazandınız ve felaha erdiniz! » buyurdu.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s. 171)
İŞİTTİK, İTAAT ETTİK
«O Resûl (s.a.v.) de kendisine Rabbinden indirilene îman etti, mü’minler de. Onların hepsi de Allah (c.c.)’a, meleklerine, kitablarına ve paygamberlerine inandılar. “O’nun peygamberinden hiç birini diğerlerinden tefrik etmeyiz, cümlesine inanırız, emirlerini dinleriz ve itaat ediyoruz ey Rabbimiz, mağfiretini isteriz, son varış da ancak Sanadır.” dediler. Allah (c.c.), hiç bir kimseyi, gücünün yeteceğinden fazlasıyla mükellef tutmaz. Kişinin kazandığı (hayır) kendi lehine, yapdığj (şer) de aleyhinedir. “Ey Rabbimiz, unuttuğumuz yahud hata ettiğimiz şeylerden dolayı bizi muaheze etme. Ey Rabbimiz, bizden evvelkilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme. Ey Rabbimiz, takat getiremiyeceğimiz bir şeyi bize yükleme.”» (Bakara s. 285 – 286) Âyeti nazil olunca bu, Resûlullah (s.a.v.)’ın Ashabına çok ağır geldi, gönüllerini bastı. Toplanıp Resûlullah (s.a.v.)’a geldiler, dizleri üstüne çöküp:
«— Ey Allah (c.c.)’ın Resulü (s.a.v.), takat getirebileceğimiz amellerle mükellef tutulduk: Namaz, oruç, cihâd… Fakat şu ayettekine takat getiremeyiz.» dediler. Resûlullah (s.a.v.):
«— Yoksa siz de Ehl-i Kitab (Yahudi ve Hıristiyanlar)’ın sizden evvel dedikleri gibi «İşittik fakat isyan ediyoruz» mu diyeceksiniz. Bilakis: «İşittik, dinliyoruz ve itaat ediyoruz ve Senin mağfiretini istiyoruz ey Rabbimiz. Son dönüş de ancak Sana’dır» demeniz lâzımdır.»
Ashâb-ı Kiram: «Semi’nâ ve eta’nâ» dediler.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s. 385)
CAFER-İ TAYYAR (R.A.)’DA DÖRT HASLET
Bir gün Cibril (a.s.) Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)’e gelerek:
«— Yâ Resûlallah (s.a.v.), Cenâb-ı Hak Ca’fer-i Tayyar’ın dört hasletinden memnun olduğunu bildiriyor. Câhiliyye devrinde iken bu dört hasleti vardı, şimdi de vardır.» dedi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Ca’fer bin Ebî Tâlib’e bu dört hasletinin neler olduğunu sordu. Ca’fer (r.a.) dedi ki:
— Yâ Resûlallah:
Asla içki içmedim. Çünkü gördüm ki, içki aklı gideriyor. Halbuki ben aklın gelmesine gitmesinden daha fazla muhtacım.
Asla puta tapmadım. Çünkü gördüm ki onun ne bir fâidesi vardır, ne de bir zararı.
Aileme olan kıskançlığımdan dolayı hiçbir zaman zina etmedim.
Hiç bir zaman da yalan söylemedim. Çünkü bu işi denâet olarak gördüm.
Bazı sahabe demişlerdir ki: Kızını içki içen bir kimseye veren, onu zinaya sevk etmiş gibidir. Bunun mânâsı şudur ki içki içen bir kimseden çok kere talâk vâki’ olur. Bir de ondan içkili iken hâmile kalırsa şeytandan hâmile kalmış gibi olur. Bu sebeple velîye düşen, kızını yâhud kız kardeşini içki içene, namaz kılmayana ve münkîratı işleyene vermemelidir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s. 275)
AKIL VE NEFİS ARASINDAKİ FARK
Mâlik Bin Dinar (r.a.) anlatır:
Bir gün bir çocuğa uğradım. Toprakla oynuyor ve bir gülüyor, bir ağlıyordu. Şuna selâm vereyim dedim, nefsime büyüklük geldi vazgeçtim. Sonra dedim ki: Ey nefis! Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) büyüklere de selâm verirdi, küçüklere de! Vardım selâm verdim:
«— Ve aleyke’s-selâm ve rahmetulahi ve berekâtuh ey Mâlik bin Dinar!» diye mukabelede bulundu. Şaşırdım, dedim ki:
«— Bugüne kadar beni görmediğin halde beni nereden tanıdın?» Dedi ki:
«—. Ruhum ruhuna melekût âleminde mülâki olduğunda, şimdi de hayy u lâyemut olan Allah (c.c.) sizi bana tanıttı.» Sordum:
«— Akıl ile nefis arasındaki fark nedir?» Dedi ki:
«— Seni bana selâm vermenden men’ eden nefsindir, selâm verdiren de aklındır.» Cevâbına teaccüb etdim, dedim ki: «— Derdin ne de bu toprakla oynuyorsun?» Dedi ki:
«— Çünkü biz ondan yaratıldık, yine ona döneceğiz.. Yine sordum: «— Görüyorum, onunla oynarken bir gülüyorsun, bir ağlıyorsun?»
«— Rabbimin azabı gözümün önüne geliyor ağlıyorum, rahmetini hatırlayınca da gülüyorum.»
Dedim ki: «Ey oğulcuğum, daha senin ne günâhın var da ağlıyorsun ki?» Bana:
«— Böyle deme yâ Mâlik! dedi, her vakit görüyorum, annem ateş yakarken büyük odunları küçükleriyle tutuşturuyor. Onun için ağlarım.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s. 115)
CENNETTEN GERİ ÇEVRİLENLER
Hadîs-i Şerifte: «Kıyamet gününde, insanlardan bir gurubun Cennet’e girmesi emredilecek, Cennet’e yaklaşıp kokusunu alacaklar, nihayet, Cennet köşklerine ve Allah’ın Cennet ehli için hazırlamış bulunduğu nimetlere nazar edince, onları Cennet’ten geri çevirin. Cennet’te onların hiç bir nasibi yoktur diye nida edilecektir. Bunun üzerine onlar da hasret ve nedametle geri döneceklerdir ki ne öncekiler, ne de sonrakiler böyle bir nedametle geri dönmemişlerdir.»
Cennet’ten geri çevrilen bu insanlar diyecekler ki:
«— Ey Rabbimiz! Keşke velî kulların için hazırladığın nimetleri bize göstermeden bizi Cehennem’e soksaydın.»
Cenâb-ı Allah da:
«— Bunu ben size kasden yaptım. Siz, insanlardan uzak, benimle başbaşa kaldığınızda benim ta’zim ettiklerime karşı gelir, insanlarla bir arada bulunduğunuzda onlara mütevazı ve ihlaslı gözükür, riyakârlık yapardınız, kalblerinizde sakladığınız küfrün aksini dışa vururdunuz, dünyâdan korktunuz, ona değer verdiniz. Benden korkmadınız. İnsanları üstün tuttunuz, bana göstermediniz, onlar için terkettiğinizi, benim için terketmediniz. Onun için bugün sizi, Cennet mükâfatımdan mahrum ederek, elem verici azabımı tattıracağım.» der buyurulmuştur.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s. 46)
ŞEYTANIN DÜŞMANLARI
Allah Resulü (s.a.v.) iblise sordu:
«— Ümmetimden düşmanın kaç kişidir?»
İblis cevab verdi:
— Onbeş kişidir. Birincisi Sensin. Adaletli devlet reisi (idareci), mütevâzi zengin, doğru tacir, Allah’tan korkan âlim, samimî mü’min, kalbi merhametli mü’min, devamlı abdestli olan müslüman, tövbesini bozmayan kişi, haramdan sakınan, çok sadaka veren, insanlarla beraber güzel geçinen, güzel ahlâklı mü’min, insanlara faydalı olan müslüman, devamlı Kur’ân okuyan ve O’nunla amel eden, insanlar uyurken geceleyin namaz kılan insan benim düşmanımdır.
Efendimiz (s.a.v.) İblis’e: «— Ümmetimden dostların kaç tanedir?» diyince İblis: «On tanedir.» demiş ve şöyle sıralamıştır: «Zalim idareci, mütekebbir zengin, hâin tüccar, şarab içen kişi, insanları birbirine düşürmek için söz gezdiren riyakâr, faiz yiyen, yetim malı yiyen, zekâtını vermeyen ve uzun uzun emeller besleyen kimseleri severim.»
Hadis-i Şerifte şöyle vârid olmuştur.
«Kıyamet günü herkes Cenâb-ı Allah, aralarında bir tercüman olmaksızın ve engel olacak bir perde bulunmaksızın konuşacaktır, insan sağına bakacak, ancak dünyâda iken ne göndermişse onu görecek, soluna bakacak, yine ancak gönderdiğini görecek. Önüne bakacak, tam karşısında Cehennemi görecek. O halde yarım hurma ile de olsa Allah (c.c.)’ın azabından kendinizi koruyunuz. Allah (c.c.) selâmette dâim eylesin.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s. 359)
ŞÜKÜR
Büyükler demişlerdir ki: Şükür kavlen, amelen ve hâlen olmak üzere üç kısımdır:
1- Kavlen şükür: Ni’meti kendine gizlice, başkasına açıkça, Rabbine iftikar ile yani her an O’na muhtaç olduğunuzu arz ederek tahdîs etmektedir. Bu bîr emr-i ilâhidir.
«Rabbinin ni’metine gelince onu çok çok tahdis et, yani söyle!» buyurulmuşdur.
Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.)’de:
«Nimetleri tahdîs etmek, yani söylemek şükürdür.» buyurmuşlardır.
2- Amelen şükür: Allah (c.c.)’ın verdiği nimeti Allah (c.c.)’a ibâdet yolunda sarf etmek Allah (c.c.)’ın verdiği ni’metle Allah (c.c.)’a isyan etmemekdir. Bugününe kadar fevt ettiği tâatları telafi etmeğe gayret etmektir. «Ev Âl-i Dâvûd, şükr işleyiniz.» buyrulduğu gibi.
3- Hâlen şükür: Mün’im-i Zü’l-celâlin kulun sırrında şekûriyyeti ile tecelli etmesidir. Cenâb-ı Hakkın bu sıfatı kulda tecelli edince kul ni’mette mün’imi, şükür de şekûr’u müşahede eder.
Hiç bir amelini kendine nisbet etmez, ni’meti mün’imden, şükrü şekûrden bilir. Kendi vücûdunu ve şükrünü Mün’im-i Zü’l-celâlin iki nimeti olarak görür. Bundan sonra kendi vücudunu Mün’im-i Zü’l-celâlin cemâlinin aynası, şükrünü de Cenâb-ı Şekûr (c.c.)’ün cemâlinin aynası olarak görür. Kul neticede görür ki Cenâb-ı Hakk’ın ni’metlerinin bir cüz’üne bile şükür etmekten âcizdir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bakara Sûresi Tefsiri, s. 131)
BEDİR GAZASI
Bedir Gazası, Hicret’in ikinci senesinin Ramazân ayında vuku buldu. Cenâb-ı Hakk’ın muradı, İslâm’ın şevketini ve dîni’ni i’lâ etmek olduğu cihetle zaferin sebeplerini hazırladı ve Bedir Gazası’nda Ehl-i İslâm’ın azlığına ve ehl-i küfrün çokluğuna rağmen şu hatır ve hayâle gelmeyen hârik’ul-âde ilâhî yardımı ile zafer verdi.
Kâfirlerin; ehl-i îmanı muharebeye başlamadan evvel az gördükleri halde harp esnasında kendilerinin iki üç misli gördükleri rivayet olunmaktadır.
Bedir Savaşı’nda müslüman askerlerin sayısı 313 kişi kadardı. Bunların 64’ü Muhâcirîn’den diğerleri Ensâr’dandı.
Meydan muharebesinde müşrikler öldürülmüş, savaş başlamış ve muharebe kızışmıştı…
O esnada Resûl-i Ekrem (s.a.v.) çadırında:
— “Yâ Rabb! Peygamberlerine yardım edeceğin hakkındaki ahdini ve zafer va’dini yerine getirmeni senden isterim. Allah’ım! Eğer mü’minlerin helakini diliyor isen bugünden sonra sana ibâdet eden bulunmayacaktır.” diye duâ’ya başladı.
Bu dua esnasında hafifçe uyku geldi ve hemen tebessümle uyanarak:
— “Müjde yâ Ebâ Bekir! işte Melâike-i Kiram ile Cebrail (a.s.) imdada geldi!” diye buyurdu. Başta bu ümmetin Firavunu olan Ebû Cehil olmak üzere müşriklerin ileri gelenleri öldürüldü.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bedir Gazvesi, s. 19)
YUSUF (A.S.)’IN ZİNDANA ATILMASI
Mısır Sarayında bulunan Zeliha isteği kabul edilmediği için Yusuf (a.s.)’u hapsettirmeye karar verdi, bunun ifası için Sien’ül-Afiye’ye gönderdi. Yusuf (a.s.)’u münferid yalnız bir yerde hapsetmesini emretti. Sonra Yusuf (a.s.)’a dedi ki:
«Sen benim hile ve tedbirimi kısarak beni ayıpladın. Ben de seni azap çekenlerin yanına teslim ile bana azap çektirdiğin gibi sana azap çektireceğim. Giymiş olduğun hılk ve elbisenin yerine sert bir elbise giydirerek derini aşındıracak, ayağına da demirden bir bağ takılarak iki ayağını yiyecektir.»
Böylece libasını soydurarak yünlü bir hırka giydirdi. Ayağını da demir zincire vurdu.
Yusuf (a.s.) zindan kapısına gelince girmek için başını eğdi. Bismillah diyerek zindana oturdu, ağladı. Zindandakiler etrafını kuşattılar. Cebrail (a.s.) geldi, Yusuf (a.s.)’a:
«— Niçin ağlıyorsun? Sen «Rabbim! Zindan, bana bunların edebildikleri şeyi etmektense daha sevgilidir.» demiş ve zindanı tercih etmiştin.» dedi. Yusuf (a.s.):
«— Zindanda namaz kılacak temiz bir yer olmadığı için ağlıyorum.» dedi. Cebrail (a.s.)’de cevaben:
«— Dilediğin yerde namaz kıl. Zira Allah Teâlâ zindân dışında 40 kadar yeri temiz kıldı.» dedi.
Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Yusuf (a.s.)
NİÇİN HİCRET?
«Hicrete sebep, dine hizmet ve İslâm’ın şevketini tezyîd ve herkes mükellef olduğu ahkâmı yoluyla eda edebilmektir.
Şu sebep, her nerede ve her ne zaman mevcut olursa, hicret lâzımdır. Binâenaleyh, İslâm’ın za’fa düştüğü bir zamanda Müslümanların bir iklîme içtimâ ederek ehl-i İslâm’ın küffâra karşı kuvvetini izhâr etmeğe lüzum görülüyorsa müslümanların o iklime hicretleri vâcib olur.
Kezâlik bir beldede ehl-i İslâm’ın azlığından dolayı, dini muhafaza edemeyen kimseye dinini, yoluyla ikame edeceği bir İslâm beldesine hicret etmesi vâcib olur.
Şu halde hicret’in sebebi ihtiyaçtır. Binaenaleyh her ne zaman hicrete ihtiyaç mess ederse hicret etmek bir emr-i lâzım olduğu cihetle hicret, ilâ yevm’ül-kıyam bakîdir.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Bedir Gazvesi ve Sûre-i Enfâl Tefsiri, s. 159-166)
MUS’AB B. UMEYR (R.A.)
Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz Mus’ab b. Umeyr (r.a.)’a ilk akabede bey’at eden on iki zat ile ta’limi din ve Kur’an için Medine’ye göndermiştir.
Hicretten evvel Medine’de ilk Cuma namazını Mus’ab b. Umeyr (r.a.) kıldırmıştır.
Uhud’da yirmi bir yerinden yaralanmıştır. İbni Kemietü’l-leysî tarafından şehid edilmiştir. Kırk yaşında veya daha ziyade idi.
Buhari’nin Abdurrahman b. Avf’ın oğlu İbrahim’den rivayetine göre, İbrahim diyor ki: Babamın oruçlu bulunduğu bir gün önüne konulan iftar sofrasını şöyle bırakıp bana dedi ki:
«Mus’ab b. Umeyr Uhud günü şehid edildi. Halbuki Mus’ab benden çok hayırlı idi. Bu mübarek şehide kefen yerine bir kaftan sarılmış ki, başı örtülse ayakları açılıyor, ayakları örtülse başı açılıyordu.»
«Yine Uhudda Hamza da şehid oldu. O da benden hayırlı idi. Onu da kefenleyecek bir hırkadan başka bir şey bulunmadı. Bunlar zühdî bir hayat içinde Hak evine gittikten sonra dünyanın bunca nimetleri karşısına seriliyor. Ahiret için kazandığımız hasenatımız ta’cil edilip de dünyada verilmiş olmasın?» deyip müteessir olarak ağlamağa başladı. Hatta iftar yemeğini de terkeyledi. Abdurrahman b. Avf ki aşare-i mübeşşereden bir zattı.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Uhud Gazvesi, s. 67)
MÜ’MİNLER BİRBİRLERİNİ SEVMEK MECBURİYETİNDEDİR
«Kafir olanlar bile birbirinin yardımcılarıdır. Eğer siz bunu yapmazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesâd olur!» (Enfal Sûresi: 73)
Bu ayette üç hüküm vardır:
1- Kâfirlerin biribirlerine dost olmalarıdır ki, dost daima dostuna yardım eder ve fırsat buldukça, düşman addettiği millete ihanet eder. Binaenaaleyh hiçbir kafir Millet-i İslâm’ı diğer kâfir üzerine tercih etmez.
2- Ehl-i İslâm’ın kafirleri dost ittihaz etmelerinin yeryüzünde büyük fitne olmasıdır. Çünkü kafirleri dost ittihaz edince Ehl-i İslâm onların fena ahlakıyla tehalluk eder. Ve onların dostluğuna aldanarak Adât-ı İslâmiyye ve Anânat-ı Milliyeyi terk ederek her telakkiyi onlardan bekler, onları yüksek kendini hakir görmekle, kuvvet-i umumiyye zaafa uğrar, metanetini kaybeder. Binaenaleyh, kâfirler diyar-ı İslâm’a hücum ile akıllara hayret vererek fitneler zuhur eder.
3- Kâfirleri dost ittihaz etmek büyük fesadı mucib olur. Zira fitne olan yerde fesad olacağı şüphesizdir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu, Bedir Gazvesi ve Sûre-i Enfâl Tefsiri)
ALLAH’A EN SEVİMLİ OLAN YEMEK
Hadîs-i Şerifte: «Taamların Allah’a en sevimli olanı kalabalıkla yenilendir» buyurulmuştur.
El-Mesâbih’de zikredildiğine göre, Ashâb-ı Kiram (r.a.e.) şöyle demiştir:
— “Yâ Resûlullah! Yiyiyoruz, fakat doymuyoruz.”
Efendimiz (s.a.v.):
— “Belki de tek tek yiyorsunuz”, buyurdu.
Ashâb-ı Kiram (r.a.e.):
— “Evet”, deyince Efendimiz (s.a.v.):
— “Yemeğinizi topluca yiyin ve Besmele çekin”, buyurmuştur.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s), Bakara Suresi Tefsiri, s. 280)
DÜNYA HEP ALTIN OLSA
Sufyân bin Uyeyne (r.a.)’den: Mü’min güzel amel ve iyiliklerinden hem dünyâda, hem de âhirette sevaba nail olur. Fakat fâcirin hayrı hemen dünyâda verilir, ama âhirette ona nasîb yoktur. Hakikî ihsan ehli ve mü’minin kemâli odur ki:
Allah’dan gayri şeylerin hepsinden yüz çevirip teveccüh-i tam ile Allah Teâlâ Azze ve Celle Hazretlerine yönelerek kalbinde ve lisânında Hakk’dan gayri bir şey bulunmaz.
Fâni dünyâ hep altın olsa, âhiret de topraktan çanak çömlek olsa, âhiret dünyâdan daha hayırlı olur. Şu dünya fâni toprak, âhiret de baki altın olunca dünyanın hâli değeri ne halde kalır?
Allah Teâlâ kulunun ağlamasını, inlemesini, Cenâb-ı izzetine yalvarmasını arzu ettiği vakit onu sevdiklerinden ayırmakla yahud açlıkla ve benzeri şeylerle mübtelâ kılar. Bunlar kalb ehline malumdur. Bunlarda acaib terakkiler, garib tecelliler vardır. Ehl-i kemâlin hallerinde bunlar açıkça görülür.
Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Yusuf (a.s.)
DİNİMİZDE RESİM VE HEYKEL’İN HÜKMÜ
Hadîs-i sahîhde Hazreti Âîşe (r.a.) der ki:
— Ben bir yastık satın almıştım. Üzerinde hayvan ve kuş resimleri vardı. Resulullah (s.a.v.) odamın kapısından içeri bakınca bunları gördü, odama girmekten tevakkuf buyurdular. Mübarek vech-i saadetinden anladım ki mutlaka bir şeyi kerih gördü. Kabahat ettiğimi anladım. Yâ Resûllallah! ne günah işledimse tevbe eyledim. Acaba ne kusur eyledim, dedim. Sonra Resulullah (s.a.v.): «Bu yastıklar nedir?» buyurdu. Ben de «Yâ Rasûllallah! Mahza Efendimizin üzerine oturup dayanması için satın aldım» dedim. Sonra Resûlullah (s.a.v.):
«Muhakkak bu resimlerin, suretlerin ashabı maazzeb olacaklardır. Hem de onlara tasvir ettiğiniz hayvana can verin denir. Bir de suretler ve resimler olan haneye rahmet melâikesi girmezler,» buyurdu. (Buhari)
«Eğer alçı veya bakırdan veyahut herhangi bir madenden müstakil olarak heykel yapılmış ise bunun caiz olmayacağı daha sarihtir. Mahlukata hayat vermek ve yaratmak ve şeklen suret vermek. Hâkk Teâlâ Hazretlerinin (Hâkk, Muhyî, Musavvir) ism-i cehline ve sıfât-ı uluhiyyete tealluk ettiğinden dinimizin ahkamı bu fiil ve hareketi nehiy buyurmuştur.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k s.), Musahabe-4)
İMANI MUHAFAZA KOLAY DEĞİL!
Süfyan-i Sevrî (rahimehullah); «dört şey kâfirlik getirir» demiştir:
— Bir kişiyi görmeden gıybet eylemek. Çünkü bu gaybe hüküm demektir. Gaybe hüküm ise küfürdür.
— Hased eylemek. Zira Cenâb-ı Hakk’ın bir kuluna verdiğini lâyık görmemektir. Her kim ki Cenâb-ı Hakk’ın verdiğini reva görmezse küfürdür. Çünkü Hak Teâlâ’nın hikmetini, adlini inkâr etmiş olur.
— Hak Teâlâ Hazretlerinin rahmetinden ümidini kesmektir. «Hakikat şudur ki kâfirler gurubundan başkası Allah’ın rahmetinden ümîdini kesmez.» (Yûsuf s. 87)
— Haram mal toplamaktır. Bu da kıyamet gününün hesabına inanmamaktır. Her kim ki kıyamet gününün muhasebesine inanmazsa kâfir olur.
(M. Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musahabe-4)
YÛSUF (A.S.)’IN DUASI
Ehl-i Kitap indinde Yakub (a.s.) Mısır’a vardığında 130 yaşında idi. 17 sene Mısır’da ikamet etti. Yakub (a.s.) 147 yaşında vefat etti.
Yûsuf, ehline babalarını güzel koku ile koklamalarını emretti. 40 gün kaldıktan sonra Halilürrahman’a nakl ile dedesi İbrahim’ül-Halil (a.s.) türbesine defnedildi.
Yûsuf (a.s.) da babasının vefatından sonra 23 sene yaşadı ve 120 yaşında vefat eyledi.
Vefat etmeden önce şu duayı yaptı:
«Ya Rabbi sen bana mülk ve sözlerin tev’ilinden bir ilim verdin. Ey gökleri ve yeri yaratan, dünyada da ahirette de benim yârim sensin. Benim canımı müslüman olarak al, beni sâlihlere kat» (Yûsuf Süresi 101)
Yûsuf (a.s.) ehli, evlâdı, kardeşleri kendine îman edenlerle beraber Mısır’dan çıktı. Cebrail nazil oldu. Nil nehrinden Füyum şehrine kadar açıldı. Füyum’da Nil’in iki tarafında binalar yapılarak burada iki şehir oldu.
Yûsuf (a.s.) vefatına kadar burada yaşadı. Vefatında Mısır’lılar Yûsuf (a.s.)’un Nil’i kendi tarafına defni için muhasama ettiler. Hatta kabrin kendi taraflarında olması için savaşa bile karar verdiler. Sonra, bir sene bir tarafa, diğer sene öbür tarafa defnedilmek üzere sulh oldular. Yûsuf (a.s.)’in cesedinin defnedildiği tarafta otlar çiçekler açıyor, diğer tarafta hiç ot bitmiyordu. Nihayet mermerden bir sanduka yapıp Nil nehrinin üzerine defnettiler. Uzun yıllar böyle kaldı.
Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Yûsuf (a.s.)
RİBA (FAİZ)
Resûlullah (s.a.v.) bir Hadis-i Şeriflerinde:
“Kan satışını ve tecâvüzle mal elde etmeyi yasakladı ve faiz yiyene yedirene, faiz sözleşmesini yapana, sözleşmeye şâhidlik yapana, cildlerine dövme yapanlara ve yaptıranlara, tasvir yapanlara lanet etti.” Diğer Hadis-i Şerifde:
«Faiz yetmiş şu kadar çeşittir. En aşağı derecesi kişinin validesiyle zina etmesi gibidir.»
Fahri Razi’ye göre ribânın haram olmasının sebebi üçtür:
— Ribâ başkasının malını bedelsiz almaktır. Binaenaleyh kaybolmaktan korunması lâzım iken bedelsiz almak onun haramlığını kaldırmak ve zayi etmek olduğu cihetle haram kılınmıştır.
— Halkın menfaatine hizmet eden ticarete kesâd ve darlık vermesi, çalışma ve gayreti ibtal etmesi cihetiyle haramdır.
— Halk arasında maruf olan karz-ı hasen denilen ödünç para alıp vermek suretiyle vâki olan yardımlaşmanın kesilmesine sebep olması cihetiyle haramdır.
«Riba haram olunca bir kimse, Rabbinden haram olduğuna dair meviza geldiğinde faizden vazgeçerse, o Âyet gelmezden evvel ribadan almış olduğu şey onun malıdır; geri vermez. Ve o kimsenin işi Allah Teâlâ’ya aiddir. Binaenaleyh faizden vazgeçip emre itaat ettiğinize mukabil Allah Teâlâ ona ecir verir. Eğer faizin haram olduğuna dair Âyet geldikten sonra da ribaya tekrar dönerse işte o avdet edenler Cehennemin ebedî yaranlarıdır.» (Bakara s. 275)
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musâhabe, c. 6)
OSMAN B. AFFAN (R.A.)
Hz. Osman b. Affân Fil Vak’asından 6 sene evvel doğmuştur. Künyesi Ebû Âmir’dir. «Zînûreeyn» lakabıyla meşhur olmuşdur ki «iki nur sahibi» demektir. Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin kerîmesi Rukiyye (r.anha) ve onun vefatı üzerine diğer kerîmesi Ümm-i Gülsüm (r.anha)’ü tezevvüç etmesi bu unvan ile meş¬hur olmasına vesile olmuştur.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Osman (r.a.)’a İslamiyetten bahsetmiş, Resûlullah (s.a.v.)’e götürmek üzereyken Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Hz. Ebû Bekir (r.a.)’i ziyarete geldi. Orada Hz. Osman (r.a.)’a: «Allah’ın ihsan ettiği cennete rağbet et. Ben sana ve bütün insanlara hidayet rehberi olmak üzere gönderildim.» dedi.
Hz. Osman (r.a.) diyor ki:
«— Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in lisanından duyduğum sözler o kadar saf ve sade, o kadar i’câzkâr bir te’sîri hâizdi ki kelime-i şahadet kendi kendine ağzımdan döküldü. Elimi Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e vererek müslüman oldum.»
Hz. Osman (r.a) bir çok harplere iştirak etmiş Tebük Gazasında İslâm Ordusunun üçte birini yalnız kendisi teçhiz etmiştir. Bu yüzden Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bir hutbe î’rad ederek:
«— Yâ Rabbi ben Osman’dan razıyım. Sen de Ondan razı ol!» diye dua buyurmuştur.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Osman (r.a.), s. 7)
MESCİDLER
«Allah (c.c.)’ın mescidlerini ancak Allah (c.c.)’a ve âhiret gününe îman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah (c.c.)’dan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte doğru yola ermişlerden olmaları umulanlar bunlardır.» (Tevbe s. 18)
Mescidin tamiri ile murad, binasına, döşemesine, tanzifatına ve içinde ibadet etmeye ve zikrullah ile tenvirine ve tedris-i ulûma ve sair ibadetlere şâmil olduğu gibi mescide münasib olmayan şeylerden mescidi himaye etmeğe dahi şâmildir. O halde 5 vakit namazda mescide devam mescidi tamir anlamına gelir. Hatta Resûlullah (s a.v.): «Bir kimse sabah ve akşam mescide giderse Allah Teâlâ cennette onun için bir konak hazırlar.» buyurmuştur.
Âyet-i Kerîme’de; “Allah (c.c.)’ın mescidini ve mescidlerde Allah (c.c.)’ın ismi zikrolunmaktan men edip mescidlerin harab olmasına çalışan kimseden daha zalim kim olabilir. İşte şu mescidin harab olmasına çalışan (sa’y eden) zâlimler mescidlere ancak korku ve endişe ile girerler. Onlar için dünyada rüsvaylık ve zillet, âhirette de azâb-ı azîm vardır.” (Bakara s. 114) diye buyrulmuştur ki insanlar için mescidlere hürmet ve ta’zim’in vacib olduğuna delalet etmektedir. (Bakara s. 114)
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.),Musahabe c. 6, s. 93)
NEYE LÂYIKIZ?
Menkûldür ki:
Haccâc’a: «Sen Hazret-i Ömer (r.a.)’in Devr-i Hilâfetini gördüğün halde Ömer (r.a.) gibi niçin adalet etmiyorsun? O’nun adl ü salâhını görmedin mi?» dediklerinde şöyle cevâp verdi:
«— Etrafımdan savulun da sizi sağ bırakayım. Evvelâ siz zühd ü takvada Ebû Zerr gibi olun, ben de size Hazret-i Ömer (r.a.)’in adl ü insâfıyla muamele edeyim.»
Burada bir işaret vardır ki: Halkın hâlet-i salâh ve fesâdda amellerinin durumu ne ise, idareciler de ona göre olurlar.
Bu mânâda Peygamberimiz (s.a.v.):
«— Siz neye lâyık iseniz ona göre idare olunursunuz.» diye buyurmuşlardır. Zulmün arttığı, cevr ü cefânın çoğaldığı, idarecinin işkencesi zahir olup kuru ve yeşil ekinden, ağaçlardan ve meyvelerden ve idaresi altındaki memleketlerde bulunan kimselerin kazançlarından ve san’atlarından dolayı zulmünün kötülüğü ve işinin fenalığı sebebiyle vergiyi noksansız almakta çevreden idarecilerin zamanında bütün mü’minlerin Allah (c.c.)’a tazarru (kurumuş ağaç yaprağı gibi titreyerek) niyâz edip tevbe ve istiğfar ile Allah (c.c.)’a inâbe (rucû’ ve müracaat) etmesi lâzımdır. Mü’minler bunu yapınca baştaki âdil olur ve iş de düzelir. Nebî (s.a.v.) buyurmuştur ki:
«— Ümmetim üzerine öyle bir zaman gelecek ki emir sahihleri zâlim, âlimleri tamahkâr kadınları dünyâ zinetine düşkün olacak.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Ashâb-ı Kirâm, s. 132)
HUDEYBİYE MUSÂLAHASI (ANTLAŞMASI)
Ömer İbn’ül-Hattab (r.a.)’in rivayet ettiği bir Hadîs, Buhari Şerhi’nde Tecrid’de beyan olduğu üzere:
Müslümanların mukadderatı, müstakbel hayatı, Hudeybiye Sulhu ile açılmış ve inkişafa başlamıştır. Hudeybiye Sulhu ile İslâm camiasının siyasî varlığı hall ü akde muktedir bir devlet olduğu düşmanları tarafından kabul ve tasdik edilmiş bulunuyordu.
Resûlullah (s.a.v.)’in Kureyş’i hiçe sayarak silahsız 1400 kişi ile Mekke’nin kapısına gelmiş ve neticede Kureyş’i bir sulh akdine ve bunu muâhedenâme ile tevsika mecbur etmesi Kur’an-ı Hakim’in beyanı veçhile bir Feth-i Mübîn (en parlak bir zafer) idi.
Her ne kadar yapılan muhâdenâme maddelerinde şartlar müslümanlara çok ağır gelmişse de umûmî mahiyeti itibariyle Arap kabileleri arasında Resûlullah (s.a.v.)’in Kureyş üzerinde müessir olduğunun siyasî bir vesikası telâkki olunmuştur. Bu tarihten itibaren Arap kabileleri heyetler göndererek küme küme İslâm dininin adalet ve medeniyet camiasına girmeğe başlamışlardır.
Bu musâlaha tarihinden Mekke’nin fethine kadar geçen iki sene zarfında müslümanların sayısı, İslâm Dininin zuhuru zamanından Hudeybiye musâlahasına kadar geçen 19 veya 20 yıl içinde İslâm’a girenlerden birkaç misli kadar çoktur.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Osman ve Ali (r.a.), s. 53)
EBÛ BEKİR (R.A.) BULUNDUĞU MERTEBEYE NASIL ULAŞTI?
Hz. Ali (r.a,) diyor ki:
«— Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin halifesi Ebû Bekir Sıddik (r.a.)’a bu makama varıp bizi geçmeye muvaffak olduğun dereceyi ne ile kazandın?» diye sordum.
Hz. Ebu Bekir (r.a.) dedi ki:
— Beş şey ile:
«1- İnsanları iki kısım gördüm; kimisi dünyayı ister, kimisi âhireti ister. Ben ise Mevlâyı tercih ettim.
2- Ben İslam’a dahil olduğumdan itibaren doyasıya dünya taamı yemedim. Zira Marifetullah (c.c.) lezzeti ile meşguliyet beni dünya taamı lezzetlerine meylettirmedi.
3- İslâmiyete dahil olduğumdan itibaren dünya meşrubatından kanmadım. Zira Halikımın muhabbeti dünya içeceklerinden fazla geldi ve beni muhabbetullah meşgul etti.
4- İslâmiyete dâhil olduğumda beni iki amel karşıladı. Dünya ameli ve âhiret ameli. Ben âhiret amelini dünya ameline tercih ettim.
5- Resûlullah (s.a.v.)’den bir saat bile ayrılmazdım ki mağaraya girerken beraber idim.»
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor:
«— Medine’nin kenarında ihtiyar ve a’ma bir kadın vardı. İhtiyacını görmek için birgün uğradığımda benden evvel birinin bu işi yaptığını görürdüm. Merakımı gidermek için bir gün erkenden yanına gittim. Meğer bu sevabı kazanmakta olan Hz. Ebû Bekir (r.a.)’miş.»
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a), s. 120)
BEŞ VAKİT NAMAZ
Sallallahû Teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuşlardır ki;
«Nâs, beş sıkıntı karşısında kalacaktır.»
— Onlar nedir Yâ Resulûllah? denildiğinde buyurdular ki:
«Evvelkisi; Ölüm ve ölüm sarhoşluğudur. İkincisi: Kabir ve kabir zulmetidir. Üçüncüsü: Münker ve Nekir suâlidir. Dördüncüsü: Günah ve hasenâtın veznidir. Beşincisi: Sırat ve Sıratın gecikmesidir.» Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir Sıddık ve bilcümle ashâb ağlaştılar.
Cebrail (a.s.) nazil oldu: «Yâ Muhammed! (s.a.v.) Ebû Bekir’e söyle. Allah sana selâm ediyor ve her zehrin panzehiri ve her derdin şifâsı olduğunu işitmedin mi? Kim sabah namazını kılarsa Allah ona sekâratı kolay kılar. Kim öğle namazını kılarsa onun kabrini nurlandırıp zulmetini giderir. İkindi namazını kılana Münker Nekir suallerini kolaylaşdırır, akşam namazını kılanın mizanını ağırlaştırır, Yatsı namazını kılan Sıratdan berk-i hafif gibi geçer» buyurdu.
Namaz imandan sonra en mühim fiîli bir ibadettir. Secde, rükû’, kıyam kıraat gibi mühim rükünlerini terk ile fiilen ibadetten uzakta bir halde kalıp huzurdayım, namazdayım diye iddiada bulunmak batıl bir akide ve dalâlettir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musahabe-3)
AYET-İ KERİMELERLE ZİKRULLAH
«Ey îman edenler! ALLAH’ı çok çok zikredin!» (Ahzab s. 41)
«Sabah ve akşam RABBİ’nin ismini zikret! Gecenin bir kısmında Rabbına secde et (namaz kıl) ve uzun gecelerde tesbih et!» (İnsan s. 25-26)
«Gerçek mü’minler, ALLAH’ın zikri ile kalbleri huzura kavuşarak îman edenlerdir. Uyanık olun! (bilin ki) ancak ZİKRULLAH’a devam edenin kalbi mutmain olur (yatışır, huzur bulur.)» (Ra’d s. 28)
«Muhakkak zikrullahın hassası en büyüktür.» (Ankebut s. 45)
«İman edenlere, daha vakit gelmedi mi ki: ZİKRULLAH ile ve nazil olan KUR’AN ile kalbleri huşu, (korku ve huzur) bulsun?..» (Hadîd s. 16)
Ebû Bekir Verrak demiştir ki, senelerdir dört şeyi aradık, dört şeyde bulduk:
- Allah’ın rızâsını aradık, O’na itaatte ve ibâdette bulduk.
- Maişet genişliği aradık, duhâ (kuşluk) namazında bulduk.
- Din selâmeti aradık, lisânı muhafazada bulduk.
- Kabir aydınlığı aradık, gece namazında bulduk.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.),Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsiri, s. 149)
MELEKLER ZİKİR MECLİSLERİNDE
Yûsuf (a.s.) kuyuya atıldığında 12 yaşında idi.
Bu esnada Hz. Melik-i A’lâ’dan Cebrail (a.s.)’a Sidre-i Müntehâ’dan bir hitap erişdi ki: «Kuluma yetiş». Ve Cebrail yetişti, Yûsuf’u kuyuda bir taş üzerine oturttu. Kuyuda yılan, böcek, haşarat da vardı. Böceklere dedi ki: «meskenlerinize çekilin, zira enbiyâdan bir nebi geldi, delikden çıkmayın». Fakat yılan Yûsuf’a kasdetti, fışladı. Derhal Cibril «sus» diye sayha eyledi, yılanın bir daha sesi çıkmaz olduğu gibi, neslinden gelenlerin de sesleri çıkmaz oldu.»
Yûsuf (a.s.) kuyuya atılınca Allah’ın esmâ-i hüsnasını (güzel isimlerini) zikre başladı. Bunu Melekler işitti ve dediler ki: «Yâ Rab, kuyuda güzel bir sada işitiyoruz, bize bir saat mühlet ver de ona katılalım.» Allah’ü azze ve celle buyurdu ki:
— «Siz dememişmiydiniz «Yâ Râbbi! Orada fesad çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse yaratacaksın?» (Bakara s. 30)
Melâike Yûsuf’un zikri ile me’nûs oldular ve dediler ki:
— Yâ Rabbi bize mühlet ver, O’na katılalım.
Melâike de zikrullahm şerefine binâen tenezzül edip ehl-i zikirle me’nûs olurlar.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Yûsuf (a.s.), s. 37-38)
İBRAHİM (A.S.)’İN İLİM VE KALB-İ SELİM TALEBİ
«Ya Rabbi! Bana ilim ve mucibiyle amel, nas arasında hüküm ver ve beni bu salihler zümresine ihlâk et ki ind-i ulûhiyyetinde makbul olan kullarından olayım. Benim için sonra gelen insanların lisanlarında zikr-i cemil ve güzel sena ve umûm indinde umûmî kabul ver ki herkesin indinde iyi söyleneyim.»
«İbrahim (a.s.) saâdet-i dünyayı taleb ettikten sonra saâdet-i ahireti taleb etti ve: Ya Rabbi beni Cennet-i naiym’in vârislerinden kıl!» demekle hem dünyasına hem de âhiretine dua eyledi.
«Ya Rabbi pederimi mağfiyet et, zira pederim erbâb-ı dalâlettendir!» dedi.
«Ya Rabbi ölülerin diriltilip kabirlerinden kalktıkları günde beni rüsvay etme. Zira ölülerin kabirlerinden kalktıkları günde mal ve evlad faide veremez. Sadece Allah’a selâmet-i kalb ile gelen kimsenin ameli menfaat verir ve o kimse menfaat görür!» dedi. (Şuara Suresi 83-89)
Ayet-i Celîle, dua edecek mü’minlerin duasını yalnız bir cihete hasretmeyip dünyevî ve uhrevî her iki cihete dua etmesi lazım olduğuna işaret etmektedir.
Kalb-i Selim: Dininde cehaletten, ahlak-ı fâsideden, mal ve evladın şerrinden salim ve pak olarak huzur-ı ilahiyyeye gelen kimsedir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. İbrahim (a.s.), s. 161)
İBRAHİM (A.S.)’IN TEBLİĞ ETTİĞİ DİN
«Ey Ehl-i kitab! İbrahim (a.s.) hakkında niçin mücadele edersiniz? Halbuki Yahudiyyet’in esasını te’sis eden İncil ancak İbrahim (a.s.)’den sonra inzal olundular. Binaenaleyh İbrahim (a.s.) zamanında Yahudiyyet ve Nasraniyyet yoktu ki siz İbrahim (a.s.)’in Yahud veya Nasrâni olduğunu iddia edersiniz? Bu sözünüzün batıl olduğunu düşünmez misiniz? Ve esâsı olmayan bir şeyi söylemeye nasıl cesaret edersiniz?
Ey Ehl-i kitap! Siz şu ahmak insanlarsınız ki kitaplarınız size beyan ile ilminizin kavradığı mes’elelerde niçin mübahase edersiniz? Tevrat’da ve İncil’de İbrahim (as.)’in Yahudi veya Nasrâni olduğuna dair beyan olmadığı halde niçin Hz. İbrahim (a.s.)’in mezhebinden bahsedersiniz?
İbrahim (a.s.), Yahudi ve Nasrâni olmadı ve lâkin Hak dini üzere Allah Teâlâ’ya muti’ müslim oldu ve müşriklerden olmadı!» (Âl-i İmran s. 65-67)
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. İbrahim (a.s.), s. 31)
ATEŞ İBRAHİM (A.S.)’İ NİÇİN YAKMADI
Fahr-i Râzi’nin beyanı veçhile İbrahim (a.s.) üzerine ateşin nasıl soğuk olup yakmadığına üç ihtimal vardır:
Birincisi: Ateşin hararetini ve yakmak halini Cenab-ı Hakk’ın izale edip yalnız ziyası kalmak suretiyle hâsıl olmuştur. Âyet-i Celîle’nin lafzına muvafık olan da budur. Bu hal İbrahim (a.s.)’ın mucizesidir.
İkincisi: Hak Teâla Hazretlerinin İbrahim (a.s.)’in cisminde ateşin yakmasına mâni olacak bir keyfiyet halketmesiyle hasıl olmuştur. Nitekim «Semender» denilen kuş ateş içinde bulunup zarar görmediği gibi İbrahim (a.s.) de ateş içinde zarar görmemiştir.
Üçüncüsü: Hak teâlâ Hazretleri’nin İbrahim (a.s.) ile ateş arasında bir hâil halketmesiyle hâsıl olmuştur.
Hak Teâlâ Hazretleri ateşe soğuk olmasıyla emrettikten sonra selametle dâhi emir buyurmuştur ki mu’tedil bir hal üzre kemâl-i rahat, ve selâmetle İbrahim (a.s.)’in eğleştiği muhakkakdır.
O makamda Hz. İbrahim (a.s.)’ın yedi gün ikamet ettiği ve: «Dünyada en ziyade telezzüz ettiğim o yedi gündür!» buyurduğu mervîdir.
O gün dünya yüzünde bil’umum ateşlerin sönüp intifa’ olunmadığı mervîdir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. İbrahim (a.s.), s. 180-181)
KENDİNİZ İÇİN AĞLAYIN
İbrâhîm Aleyhisselâm, ölülerine ağlayan birtakım insanları gördü. Onlara şöyle dedi:
«Ölüler için değil kendiniz için ağlasanız daha hayırlı olur. Zira ölen üç korkudan kurtulmuştur:
1- Azrail’in yüzünü görmekten. Çünkü o, O’nu bir defa görüp geçti.
2- Ölümün acısından. Çünkü o, onu da tattı.
3- Hayâtın ne veçhile sona ereceğinden. Ondan da emîn oldu.»
Akıllıya gereken kendi nefsi için ağlamak —zîrâ ağlanacak odur— ve ölümün ensesinde onu beklemekte olduğunu bilmektir.
Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. İbrahim (a.s.)
EBÛ BEKİR (R.A.)
Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in adı «Abdullah» künyesi Ebû Bekir (r.a.)’dir. Lakabı, Sıddık ve Atik’dir. Babası Ebû Kühâfe, Mekke’nin fethinden sonra Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in delaletiyle müslüman olmuştur.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’i ilk tasdik edenlerden olduğu gibi Mi’rac-ı Nebiyi dahi müşriklerin inkarına rağmen hiç tereddüt etmeden derhal tasdik ettiğinden «Sıddîk» namına hak kazanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.v.) hakkında: «Kimi İslâm’a davet etti isem ilk lahzada tereddüt geçirmiştir. Yalnız Ebû Bekir müstesnadır. O hemen tastik etti.» buyurmuştur.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) müslümanlığı kabul ettikten sonra Hz. Peygamber (s.a.v.)’in irtihaline kadar yanından ayrılmamış, sohbetlerine iştirak etmiştir, İslâmiyet adına yapamayacağı fedâkârlık yoktur. Nesi var ise Allah yolunda harcamıştır. Müşriklerin işkenceleri altında inleyen müslüman esirleri alarak âzâd etmiştir.
Bedir Muharebesi’nde Hz. Ebû Bekir (r.a.) karşısında henüz müslüman olmayan oğlu Abdurrahman’ı gördü. Abdurrahman da harp için ilerlediğinde babasını bulmuştu. Babasına karşı kılıncını sıyırmış Hz. Ebû Bekir (r.a.)’in din aşkıyla yanan kalbi evlatlık za’fıyla sarsılmamış oğluna karşı yürümek istemiş ise de Efendimiz (s.a.v.): “Dur yâ Ebâ Bekir sen benim görür gözüm işitir kulağımsın.” buyurarak men etmiştir.
Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)
ÖMER (RA.)’İN HİCRETİ
Hicret ederken hep Ashâb-ı Kiram, gizlice Mekke’den çıkıp, Medine’ye geldiler. İllâ Ömer’-ül- Faruk (r.a.) alenî olarak hicret eyledi. Şöyle ki:
Kılıncı kuşandı, yayını omuzuna astı. Oklarını eline aldı. Ve Rüesâ-yı Kureyş Ka’be-i Mükerrem’e etrafında halka halka olup oturmakta iken Harem-i Şerife gitti. Beyt-i Şerifi yedi defa tavaf etti. İki rek’ât namaz kıldı. Sonra:
«— Yüzleriniz kara olsun!» diye Rüesâ-yı Kureyş’e bedduâ ederek yanlarından geçerken:
«— Anasını ağlatmak ve evlâdını yetim ve karısını dul bırakmak isteyen kimse, şu vadinin öte tarafında bana kavuşsun!» dedi.
Mekke’den çıktı ve Medîne-i Münevvere’ye hicret etti, arkasına düşen olmadı.
Hz. Ömer (r.a.) Uhûd Vak’ası günü Ashâb-ı Kiram şaşırıp da müteferrik oldukları zaman, Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’in yanında pâyîdar olanlardan biridir. Hem böyle şeci’ ve bahâdır ve hem de âlim ve âkil ve müdebbir idi.
Ne zaman Ashâb-ı Kiram arasında bir ihtilâf vuku’ bulsa, O’nun re’yi doğru çıkardı.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Hz. Ömer (r.a.), s. 145)
Mİ’RAC-I NEBİ (S.A.V.)
«Cemi eksiklikten tenzih ederim o Zât-ı Ala’yı ki O zât kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gönderdi ki Biz o mescidin etrafını mübarek kıldık. Ve biz kulumuza kudretimize delalet eden bazı âyetlerimizi göstermek için. Muhakkak ki O iyi işiten ve görendir.» (İsrâ s. 1)
Resûlullah (s.a.v.)’ın mi’racı hicretten bir sene sekiz ay evvel vuku bulmuştur. Ruh cesetle beraber gerçekleşmiştir. Mi’racın gece olmasındaki hikmet, gaybe iman cihetinden mü’minlerin tasdik ederek imanlarının ziyadeleşmesine (kuvvetlenmesine) vesile olacağı gibi kâfir ve münkirin de küfrünün artmasına sebep olmuştur.
Buhârî şerhinde Ebû Seleme (r.a.) der ki: Mi’rac, İsrâ vak’ası üzerine müşrikler fitne buhranına düşerek adetâ deli gibi oldular. Ebû Bekir (r.a.)’in yanına koşarak Resûlullah (s.a.v.)’ın İsraya dair verdiği haberi söylediler. Ebû Bekir (r.a.):
«— Muhammed (s.a.v.)’in doğru sözlü olduğuna kanaatim vardır. Bu kanaatimi size de bildiririm.» dedi. Müşrikler:
«— Demek Muhammed (sa.v.)’în bir gecede Mescid-i Aksaya gidip sonra dönüp geldiğini sen de tasdik ediyorsun?» dediler. Ebû Bekir (r.a.) da:
«— Evet tasdik ediyorum. Değil böyle, bundan daha ziyade uzaklarına da, meleklerin gökten haber getirdiklerine de inanmışımdır.» dedi.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musahabe, c. 3. s. 29)
HİCRET-İ NEBÎ (S.A.V.)
«O kimseler ki, onlar iman ettiler ve imanlarını ef’alleriyle isbat ederek vatanlarını terk ve civarı Resûlullah (s.a.v.)’a iltica etmek suretiyle hicret ettiler ve Allah (c.c.) yolunda malları ve canları ile cihad ettiler. Onlar için Allah (c.c.) katında büyük dereceler vardır. Ve ancak onlar korktuklarından kurtulup umduklarına nail olmak suretiyle fevzi necat bulurlar.» (Tevbe s. 20)
Hicret: Din uğrunda beldesini, hanesini, akraba ve tallukatını, mallarını ve kafirlerin komşuluğunu terk ederek diyarı İslama nakletmektir.
İslâmiyetin başlangıcında Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin Medine’yi teşrifiyle Mekke’nin fethinden evvel hicret farz idi. Fakat Mekke’nin fethinden sonra farziyeti nesh olunup sünnet olarak baki kalmıştır.
Bir hadis-i şerifte «Fetihten sonra hicrete lüzum yoktur.» buyurulmaktadır.
Çünkü hicrete sebep dine hizmet ve İslâmın şevketini artırmak gayesidir. Bu sebep her nerede ve her ne zaman mevcud olursa hicret lâzımdır, ihtiyaç hasıl olduğu müddetçe hicret kıyamete dek bakîdir.
Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz: «Bir kimse dini sebebiyle bir arza hicret ederse, velev ki hicret ettiği yer eski beldesine bir karış olsun, o kimse için Cennet vacib olur. Refiki İbrahim ve Muhammed (a.s.) olur.» buyurmuştur.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musahabe, c. 3. s. 33)
CİHAD
Hak Yolunda Uyumayan Gözler:
«Allah yolunda nöbet beklemekte ve sair din ve vatan hizmetlerinde uyumayan göze cehennem haram kılınmıştır.» (Nesaî)
«Müslümanlığın en yüce amel ve ibadeti Allah (c.c.) yolunda muharebe etmektir. Buna müslümanların çok faziletli olanlarından başkası nail olamaz.»
«Kişinin, savaş halinde kılıncım yani silahını kuşanarak kıldığı namazın sevabı kılıncı kuşanmadan kıldığı namazın sevabından yediyüz kattan fazladır.»
«Kim Allah (c.c.) yolunda savaşan bir mücahide yahut sıkıntıda bulunan bir borçluya yahut hürriyete kavuşması hususunda bir mükâteb köleye yardım ederse, hiç bir gölge bulunmayan kıyamet gününde Allah (c.c.) onu Arşı’nın gölgesinde gölgelendirir.» (Ahmed bin Hanbel)
«Gerideki müslümanların topluluğunu üç gece nöbetçi olarak muhafaza etmekliğim bana göre iki mescidden birinde yani Medine veya Beyt-i Mukaddes mescidlerinin birinde Kadir Gecesi’nin bana nasib olmasından daha sevgilidir.» (Beyhakî)
«Kim, savaşta bir menzili tazyik ederse; yahut yol keserse yahut bir mü’mine eza verirse onun için hiçbir cihad sevabı yoktur.»
Hazreti Ömer (r.a.) Şam ümerasına gönderdiği bir ta’mimde askeri yürüyüşlere ve atışlara çok ehemmiyet verilmesini emretmiştir.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musâhabe)
SILA-I RAHM
«Kim ki rızkının bereketlenmesi, bakıyye-i ömrünün uzaması kendisini sevindirirse, o kimse sıla-ı rahm etsin. » (Buhari)
Abdullah İbn-i Mesûd (r.a.)’den:
«—Bir kere ben hangi amel ve ibadet hayırlıdır?» diye sordum. Resûlullah (s.a.v.):
«—Vaktinde kılınan namaz.» buyurdular.
Sonra hangi ibadet hayırlıdır? diye sordum. Resûlullah (s.a.v.):
«— Ana babaya iyilik…» buyurdu. Tekrar sordum, Resûlullah (s.a.v.):
«— Allah (c.c.) yolunda cihad etmek.» diye cevap verdi.
Câmiü’s-Sağîr Hadislerinden:
«Valideyne ihsan ömrü tezyid eder. Yalan söylemek rızkı tenkis, duâ-yı hayr da kazayı rededer.»
«Müslim kimsenin sadakası ömrü ziyâdeleştirmeğe sebep olduğu gibi, kötü ölümden de muhafaza eder.»
«Sakınmak kaderi def edemez. Lakin sulehânın duası nüzul etmiş ve edecek olan bela musibetleri def ve kaldırmaya sebep olur. Öyle olunca ey Allah (c.c.)’ın kulları dua ediniz.»
«Anaya babaya hizmet, itaat ve ihsan sebebiyle Cenab-ı Allah (c.c.) Hazretleri ömrü muzdad buyurur (uzatır).» buyrulmuştur.
(Mahmud Sami Ramazanoğlu (k.s.), Musâhabe, c. 1, s. 146)
Sosyal Medya Hesaplarımızı Takip Edin