Facebook
Twitter
YouTube
Instagram
android
  • Anasayfa
  • Hayatı
  • Sohbetler
  • Menkibeleri
  • Eserleri
  • Kendi Sesinden
  • Silsilesi
  • İletişim

Hz. Mahmud Sami ve Tasavvuf

Allâhü Azîmü’ş-Şân “Velîlerim kubbelerim altındadır. Onu benden gayrisi bilmez.” diyor. Bir gün bir yere bir muhaddis (Vehb bin Münebbih) gelmiş, orada sohbet ediyor. Genç bir çocuk da paltosunu kafasına çekmiş, yan tarafta oturuyor. Yaşlı bir amca da genci ikaz ederek:
“Evlâdım bu muhaddis meşhur Vehb bin Münebbih’tir, bir daha bulamazsın gel istifâde et.” diyor.
“Amca işine bak” diyor. Biraz sonra ihtiyar dayanamıyor. Tekrar:
“Evlâdım bu Vehb bin Münebbih’tir. Büyük muhaddistir bir daha yolu buraya düşmez, şuradan istifâde et.”
“Ya amca sen işine bak” diyor çocuk. Adamcağız dayanamıyor üçüncü defa genci ikaz edince genç:
“Ben Vehb bin Münebbih’in Rabbinden dinliyorum.” Yaşlı amca:
“Vehb bin Münebbih’in Rabbinden mi?” deyince genç:
“Evet! Rabbinden” diyor. Yaşlı amca:
“Oğlum bu çok büyük bir iddiâ buna delil gerek.” deyince genç diyor ki:
“Vallahi bak amca senin Hızır (a.s.) olduğunu şurada herkese söylerim, senin yakanı paçanı koparırlar.” Hızır (a.s.):
“Yarabbi sen, velîlerin isimlerini vermiştin, bu çocuğun ismi yoktu” deyince Hakk Te’âlâ Hazretleri:
“O senin bildiklerin” buyuruyor.
Onun için Allah dostlarının kimler olduğunu yalnız Allah bilir. Hakîkî mü’minlik vasfını iktisâb edersek onu da elde etmiş oluruz. Uçmakla kaçmakla bir yere varılmaz. Kuş da uçuyor, balık da yüzüyor. Uçağa da binince 500 kişi havada gidiyor. Asıl iş hakîkî mü’min, müslüman olmak, Resûlullah (s.a.v.)’e ittibâ edip O’nun yolundan gitmektir. İşte sahâbenin hâli ortadadır. Hz. Sâmî (k.s.)’un hâli de ortada.

Her Şeyin Başı Allah Korkusu
Nebî (s.a.v.)'in İşareti ve Nakşîbendîlik
Mürşid-i Kâmillere Olan İhtiyaç
Râbıta
Hz. Sâmî (k.s.)'un Râbıta Usûlü
Kalbin Hâlleri
Nefsin Islâhı İçin Beş Şart
Birinci Şart: Az Yiyip Oruca Devam Etmek
İkinci Şart: Dâimâ Allah (c.c.)'yu Zikretmek
Üçüncü Şart: İbâdetleri Huzur ve Huşu İle Edâya Çalışmak
Dördüncü Şart: Teheccüde Kalkmak
Beşinci Şart: Sâlihlerle Sohbet Etmek
Hz. Sâmî (k.s.)'un Ders Kontrolü Usülleri
Her Şeyin Başı Allah Korkusu

Her Şeyin Başı Allah Korkusu

Her şeyin başı Allah korkusudur. Allah’tan korkan başka hiçbir şeyden korkmaz. Allah’tan korkmayan da herkesten korkar.

Muhyiddîn Arabî hazretlerinin şeyhi Ebû Medyeni Mağribî hazretleri bir topluluğu görüyor. Topluluğun yanına gidiyor bakıyor ki aslan adamın birinin merkebini yiyor, yarıya kadar da yemiş. Merkebin sahibi de hayvanını kaybettiği için dövünüyor.

Hayvanın sahibine soruyor Ebû Medyeni Mağribî hazretleri:

“Ne var ne oldu, neden dövünüyorsun?” dediler. Adam cevâben:

“Efendim, hâlimi görüyorsunuz. Şu aslan hayvanımı yedi” diyor.

Ebû Medyeni Mağribî hazretleri aslanı yanına çağırıyor. Hazret çağırınca aslan kuzu kuzu yanına geliyor. Aslanın kulağından tutuyor, adamın yanına getirip veriyor ve diyor ki:

“Tut şunu kulağından al götür, senin hizmetini yapsın.”

Adam, aslanı kulağından tutup alıp götürüyor. Bir müddet sonra adam Ebû Medyeni Mağribî hazretlerinin yanına gelerek:

“Efendim vallahi bu aslan aynen bir merkebin yaptığı hizmeti yapıyor, arkamda bir köpek gibi dolaşıyor. Ama ben korkuyorum. Bunu âzâd edin gitsin, istemiyorum. Ben kendime yeni bir hayvan buldum.”

Bunun üzerine hazret kulağına eğilip aslana diyor ki:

“Bir daha insanlara, meskûn araziye gelme, insanların hudutlarına dâhil olma. İşte böyle cezalandırırız. Hadi yürü git!”

Aslan da dağlara doğru yürüyüp gidiyor. Allah’tan korkar isen bütün mahlûkat da senden korkar.

“Bir gün Hz. Sâmî Efendimizin huzurunda iken “Görüyor musun bak aslan yaltaklanıyor (yağcılık yapıyor), yüzünü gözünü sürüyor, hizmet arz ediyor, bir hizmetimiz var mı diyor.” Ben de: Tamam efendim ama ben bir şey görmüyorum deyince Hz. Sâmî (k.s.) yine “Görmüyor musun bak gelmiş şuraya hizmet arz ediyor” diyor.

Muhammedî Meşrebli Velî, veliler içerisinde asırlarda nâdir gelir. Böyle bir Sahibü’z Zaman Velî’nin hayvanat ve cinnîler hepsi onun emri altındadır.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Nebî (s.a.v.)'in İşareti ve Nakşîbendîlik

Nebî (s.a.v.)'in İşareti ve Nakşîbendîlik

Nebî (s.a.v.), Cuma sûresi nâzil olurken, “Ashâba yetişmeyen ümmetlere de peygamber gönderildi.” âyeti nazil olunca sâil sordu: “Yâ Resûlullah, onlar kimlerdir?” Nebî (s.a.v.) cevâb vermediler. Sâil bir daha sordu. “Yâ Resûlullah, bunlar kimlerdir?” Yine cevâb vermediler. Nebî-yi Ekrem (s.a.v.), üçüncü def’a sâil sorduğunda ona da cevâb vermedi ve mübârek elini sağ tarafında bulunan Selmân-ı Fârisî (r.a.)’in omzuna koyarak: “Şunlardan öyle erler vardır ki îmân Süreyyâ yıldızında olsa varır ona yetişirler.” buyurdular.

Selmân-ı Fârisî Hazretleri Nebî (s.a.v.) ile geceleri uzun uzun yalnız başına sohbet edebilen sahâbelerden birisidir. (Allah şefaatine nâil eylesin). Hendek Harbi’nde hendek kazılmasını tavsiye etmişti. Hendek kazılırken Selmân (r.a.) çok çalışıyor, on kişinin yaptığı işi tek başına yapıyordu. Ensâr ile Muhacir Selmân (r.a.)’i paylaşamıyorlardı. Muhacirler kendisi ta İran’dan Şam’a, oradan da Medine’ye hicret etmesi hasebiyle “Selmân muhacirdir, Selmân bizdendir.” diyorlar. Ensâr da Medine’de uzun müddet kaldığı için “Selmân Ensâr’dır, Selmân bizdendir.” diyorlardı. Bunun üzerine Nebî (s.a.v.): “Selmân minnâ, ve min ehli beytin – Selmân bizdendir, ehli beyttendir.” diyorlar. (Allah şefaatlerine nâil ü mazhar eylesin.)

Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi kendisine verilmiş uçsuz bucaksız bir ummandır Selmân-ı Fârisî (r.a.)… Nakşî silsilesinin de Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’den sonraki ikinci postnişinidir. İşte bu hadîs-i şerîf ile Selmân (r.a.)’e ve Nakşî silsilesine işâret ediliyor. Allah (c.c.), Efendimiz (s.a.v.)’in bu şekilde işâret buyurduğu, tebşir ettiği böyle bir yola müntesîb olmayı, bu yolun postnişini olan böyle bir Zât’a evlâd olmayı bizlere nasîb etmiştir. Ne kadar büyük bir ni’met, el-hamdü lillâhi Rabbi’l âlemîn.

Kur’ân okunduktan sonra bitince “sadaka’llahü’l azîm – Allah doğru söyledi -” denir. Biz desek de demesek de muhakkak Allah doğru söyler. Ama biz burada “sadaka’llahü’l azîm, yani Allah doğru söyledi.” diyerek anladığımızı, kabûl ettiğimizi ve mu’cibince amel edeceğimizi beyan etmiş oluyoruz.

Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm okunduktan sonra “sadaka’llahü’l azîm” diyerek Allah’ın kelâmını anladığımızı, duyduğumuzu kabûl edip mu’cibince amel edeceğimizi ifâde ediyor isek Efendimiz (s.a.v.)’in Hz. Selmân (r.a.)’in omzuna mübârek elini koyarak “Bunlardan öyle erler vardır ki îmân Süreyyâ yıldızında da olsa varır yetişirler.” sözünün, sünnetlerin unutulduğu, fitnenin kaynadığı bir dönemde 96 yıllık ömrünün tamâmında sünneti ihyâ ederek, îmânın Süreyyâ yıldızında da olsa ulaşılabileceğini hayatlarıyla bizlere gösteren Hz. Sâmî (k.s.) Efendi’mizin hayatlarının; Nebî-yi Ekrem (s.a.v.)’in mübârek sözlerinin tezâhürü olduğunu anladığımızı ifâde etme ma’nasında “Sadaka resûlullah – Resûlullah (s.a.v.) muhakkak doğru söyledi. -” diyoruz. Yani 96 yıllık sünnete tamâmıyla muvâfık bir ömürle hayatlarında Efendimiz (s.a.v.)’in sözünün tezâhürünü herkese göstermiş Muhammedî Meşreb nâdir bir Velî-yi Mürşid-i Kâmil’dir Hz. Sâmî. (k.s.)

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Mürşid-i Kâmillere Olan İhtiyaç

Mürşid-i Kâmillere Olan İhtiyaç

Allâhü Te’âlâ: “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe s. 119) buyuruyor. “Sâdıkîn”dan murâdın “Mürşidûn” olduğu Bahru’l-Hakâyık adlı tefsirde beyan buyrulmuştur.

Allâhü Te’âlâ ehl-i imânı bu Âyet-i Kerîme ile sorumlu kılmış, vâris-i enbiyâ olan bir mürşid-i kâmil’in maiyyetinde bulunmalarını emreylemiş ve vâcib kılmıştır. Allâhü Te’âlâ’nın “Teklif-i mâ-lâ yutâ‛” olmayacağı, yani kuluna güç yetiremeyeceği şeyi teklif etmeyeceğine göre; sâdıklarla beraber olmayı emredince, her zaman için sâdıkları bulundurmayı temin etmiş demektir.

Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismâni olduğu gibi, bir kısmı da rûhânîdir ki, bunu râbıta ile îzâh edebiliriz. Râbıtanın azlık ve çokluğu, yani zayıflık ve kuvvetliliği muhabbetin azlık ve çokluğuna tâbi olacağından, muhabbet arttıkça râbıtanın kuvveti de artar.

Bir Ayet-i Kerime’de şöyle buyruluyor: “Ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve O’na yaklaşmaya vesile arayın.” (Mâide: 35)

Dikkat edilirse bu Âyet-i Kerime’de takvânın yanında kurtuluş için bir de vesîle şartı getirilmiştir. Bahsedilen vesîle-yi ulemâ, mürşid-i kâmil olarak tefsîr etmişlerdir.

Abdullâh ibn Mes’ud (r.a.)’den rivâyet edildiğine göre Resûlullâh (s.a.v.) Efendimiz bir Hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:

“İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, Allâh’ı hatırlamanın anahtarıdır. Onlar görüldüklerinde Allâh zikrolunur.” (Câmi’u’s-sağîr, 2466)

Kalbin gıdası durumunda olan feyz, muhabbet gibi kavramlar, Allâh’ın yaratığıdır, mahlûktur. Nasıl ki Cenab-ı Hakk’ın maddî ni’metlerinden olan ekmek, para ve mal gibi maddî yaratıkları sahiplerinden istemek, bunları elde etmek için çalışmak, Âdetullâh gereği ise; aynen bunun gibi, feyz ve muhabbet cihetiyle şereflenen, zengin olan bir insan-ı kâmilden, şartlarına ve edep kurallarına uygun olarak himmet (yardım) istemek de yine Âdetullâhın bir gereğidir. Maddî mahlukların tâbi olduğu kurallarla, ma’nevî mahlukların tâbi olduğu kurallar esas itibariyle aynıdır. Nasıl ki bir eve kapıdan giriliyorsa, herhangi bir konuda da istenilen neticeye varmak için Âdetullâh denilen sebepler ve hikmetler silsilesine sarılmak şarttır. Aranan netice, onu doğuran sebep ve şartlara uymakla gerçekleşir.

Nitekim bu hususta Cenâb-ı Hakk, hidâyet ve rahmetini, enbiyâ ve evliyâ vasıtasıyla kullarına ulaştırmaktadır. Hidâyet ve rahmete ulaştıran başka bir kapının olmaması da yine Âdetullâh gereğidir.

Kâmil insanın kalbi, nazargâh-ı ilâhîdir. Rabıta da o ilâhî nazaradır. İlâhî tecelli sonucu o insan-ı kâmilin kalbi, feyz ve muhabbetle dolar; râbıta ile insan, o kâmil insanın kalbinde tecelli eden feyz ve muhabbete tâlib olur. Bu taleb, insanı rızâ ve muhabbetullâha çeker. Bu ise vuslat yolunda Hakk’a yaklaşmanın, diğer bir deyişle Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanmanın ifadesidir.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetle

Râbıta

Râbıta

Râbıta kelimesi lügatte “İki şeyin birbirine bağlanması” demektir. Tasavvuf dilinde ise, mürşid ile mürîd arasındaki ilâhî feyzin akışını sağlayan ma’nevî bir bağdır. Bu bağa, Kur’ân-ı Kerîm’de ve Hadîs-i Şerîflerde bazen açık, bazen de zımnen işâret edilmiştir.

Râbıta, Cenâb-ı Hakk’ın tecellî ettiği ve bu sebeble nûr, feyz ve muhabbetle süslenmiş olan insan-ı kâmil’in gönlüne teveccüh etmek, bu sâyede Hakk’a vuslat yolunda vesîleye sarılmaktır. Gâye Hakk’a yaklaşmak, O’nun rızâsını kazanmak, O’nun ahlâkıyla ahlâklanmaktır.

Râbıta, Âdetullâh gereği, hidâyet ve rahmete ulaşmanın yolu ve metodudur. Râbıtaya şirktir mantığı ile karşı çıkanlar, bilmeden feyz ve muhabbeti Cenab-ı Hakk’ın zâtına izâfe etmek sûretiyle kendileri şirke düşmektedirler.

Şeyh Es’ad Efendi (k.s.) Hazretleri buyurur ki: “Tarîkat-ı âliyye’de feyz alma ve ilerleme yalnız zikir ve evrâdın çokluğuna bağlı olmayıp, ihlâs-ı kalbiyye ve samîmî muhabbetin de büyük te’sîri bulunduğu erbabına ma’lum ve aşikârdır. Meşâyih-ı kirâm’dan bazısı: ‘Şeyhin bir nazarı kırk çileden daha evlâdır.’ sözüne ilâveten, feyze nâil olmak için mürşid-i kâmil’in nûrlu nazarlarını da feyz ve terakkî vesîlesi kabul etmişlerdir.” (30. Mektub)

Bilindiği gibi, râbıtadan maksâd feyz almaktır. Gerçek feyz kaynağı ise Cenâb-ı Hakk’tan başkası olmadığı şüphesizdir. Şu kadar var ki, Allâh’ın Habibi Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri dahi Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfatının tecellî mahalli ve mazharı bulunduğundan, Peygamberimiz (s.a.v.)’den feyz almak, Cenâb-ı Hakk’tan feyz almak demektir.

Allâhü Te’âlâ’ya âit olan ilâhî feyz Habîb-i Ekrem (s.a.v.)’in deryâsına gelir, oradan da zamanın mürşidinin deryâsına gelir.

Ezelî taksimâta dâhil olanların, nasiblerini alabilmeleri için, o deryâya doğru kalblerini açık bulundurmaları lâzımdır. Su mütemâdiyen akıyor, fakat sen testini çeşmeye tutmuyorsun. Testiyi çeşmeye tutmak demek, her şeyden kesilip râbıtada bulunmak, kalbi o deryâya bağlamak demektir.

Her şey sevgi ile kâimdir. Sevgi ve teslimiyet kişinin ma’nevî parasıdır. Bunlar ne kadar çok olursa, mürebbînin nazar ve teveccühünü o nisbette kazanır. O sevgi sâyesinde terbiye görür, o sevgi sayesinde terakkî eder.

Ma’nevî terakkînin muhabbet ile mümkün olduğu üzerinde bütün evliyâullâh ittifak etmişlerdir.

Meselâ telefonla görüşebilmek için, karşılıklı iki kişinin bulunması gerekmektedir. Binâenaleyh deryâdan kalbe ilâhî feyzi çekmek için de iki kişinin olması lâzımdır.

Kalbini Allâhü Te’âlâ’nın dostuna rabtetmek emr-i ilâhî olduğu hâlde, bu emr-i ilâhîyi inkâr edenlerin ellerinde ne gibi deliller var?

Kâbe-i Muazzama’ya secdeye kapanmayı şirk olarak kabul etmiyorsun da, râbıtadan murâd olunan: “Sâdıklarla beraber olunuz!” emr-i İlâhî’sini neden şirk kabul ediyorsun? Hâlbuki o da Allâhü Te’âlâ’nın emri, bu da Allâhü Te’âlâ’nın emri.

Kâbe-i Muazzama’da Hacerü’l Esved, Kâbe-i Muazzama’da Altınoluk var. Fakat Allah ü Te’âlâ ona öyle bir oluk ihsan buyuruyor ki, feyz deryâsından Resûlullâh Aleyhisselâm’ın deryâsına gelir. Kâinat da o deryâdan alır, o Altınoluk’tan alır. Yani ona yönelen Hakk’a yönelmiş olur. Ondan aldığı feyz, feyz-i ilâhî’dir. Allah ü Te’âlâ’dan Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’e, Resul-i Ekrem (s.a.v.)’den ona, ondan da ona alınmakla feyz-i ilâhî olur. O gördüğün insan-ı kâmil bir maskeden, bir resimden ibârettir.

Cenâb-ı Hakk’ı görmeyen, bilmeyen, ma’siyetten kaçınmayan, kendi nefsini ilâh edinen kimselere yapılan râbıta onun nefis putuna yapılmış olur. O da şeytan ile merbûtiyetini kurar. Allahü Te’âlâ Âyet-i Kerîme’de buyurur ki: “Onlar hakîkaten kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar yalancıdırlar. Şeytan onları istilâ etmiş, onlara Allâh’ı anmayı bile unutturmuştur. Onlar şeytanın taraftârı olanlardır.” (Mücâdele s. 18-19)

Hem gayri yolda bulunacak, şeytanın izini takip edecek, gayesi ve maksadı peşinde koşacak, cebini dolduracak, şöhret yolunda olacak; hem de tasavvuftan bahsedecek, bu mümkün değil! Bunlar ancak sun’î mutasavvıflardır. Gerçekten, hakîkatten mahrûmdurlar.

Âyet-i Kerîme’de şöyle buyruluyor: “Resûlüm! Gördün mü o nefis arzûsunu ilâh edineni? Artık ona sen mi vekil olacaksın? (Onu şirkten sen mi koruyacaksın?)” (Furkan s. 43) Bunlar, şeyh şeytanı tabir edilen kudda-i tarîk, yol kesici mukallid mürşidlerdir. Bunlar, şeytanın yapamayacağını, şeyhlik maskesi altında yaparlar. Ahkâma ters düşen haller zuhûr ediyorsa o mürşid mukalliddir, sahtedir. Onların Hakk ile işi yoktur. Onlar şeytanın askerleridir.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Hz. Sâmî (k.s.)'un Râbıta Usûlü

Hz. Sâmî (k.s.)'un Râbıta Usûlü

Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz’in usûlü sâde bir usûldü.

1- Nebî (s.a.v.) Efendimizin, Medine-i Münevvere’de Ravza’da mihrâbında, yüzünü cemaate dönük vaziyette tahiyyatta oturduğunu…

2- Ondan sonra Nebî (s.a.v.) Efendi’mizin sağında Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), ondan sonra Selmân-ı Fârisî (r.a.), ondan sonra Hz. Kâsım bin Muhammed (r.a.), ondan sonra Hz. Ca’fer-i Sâdık (r.a.), ondan sonra Ârifler Sultânı Bâyezid-i Bistâmî (k.s.), ondan sonra Hz. Ebü’l-Hasan Harkânî (k.s.), ondan sonra Hz. Ebû Alî Farmedî (k.s.), ondan sonra Hz. Yûsuf Hemedânî (k.s.), ondan sonra Hz. Abdulhâlık Gocdüvânî (k.s.), ondan sonra Hz. Ârif-i Rivgirî (k.s.), ondan sonra Hz. Mahmûd Fağnevî (k.s.), ondan sonra Hz. Alî Râmitenî (k.s.), ondan sonra Hz. Muhammed Baba Semmasî (k.s.), ondan sonra Hz. Seyyid Emir Külâl (k.s.), ondan sonra Hz. Şah-ı Nakşibend Muhammed Bahâüddin (k.s.), ondan sonra Hz. Alâaddin Attâr (k.s.), ondan sonra Hz. Ya’kub-ı Çerhî (k.s.), ondan sonra Hz. Ubeydullâh Ahrâr (k.s.), ondan sonra Kadı Muhammed Zâhid (k.s.), ondan sonra Derviş Muhammed (k.s.), ondan sonra Hâcegî Muhammed Emkenegî (k.s.), ondan sonra Muhammed Bâkî-billâh (k.s.), ondan sonra Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî (k.s.), ondan sonra Urvetü’l Vüskâ Muhammed Ma’sum Fârûkî (k.s.), ondan sonra Şeyh Seyfüddîn-i Fârûkî (k.s.), ondan sonra Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî (k.s.), ondan sonra Hz. Mazhar-ı Cân-ı Cânân Şemsüddîn (k.s.), ondan sonra Hz. Abdullâh Pîr Dehlevî (k.s.), ondan sonra Şemsü’ş Şümûs Hz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.), ondan sonra Tâhâ’l-Hakkârî (k.s.), ondan sonra Tâhâ’l-Harîrî (k.s.), ondan sonra Şeyhu’l Meşâyîh Muhammed Es’ad Erbilî (k.s.), ondan sonra Hz. Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu (k.s.)’un oturarak yarım daire oluşturduğu ve bu yarım dairenin en sonunda 33. olarak Hz. Sâmî (k.s.) Efendimiz ve 34. olarak Hz. Sâmî (k.s.)’un yanında Efendimiz (s.a.v.)’in tam karşısında tahiyyat oturuşunda kendinin oturduğunu düşünerek…

3- Allâhü Azîmüşşan’ın Nebî (s.a.v.)’e ihsân ettiği feyzü füyûzâtı evvelâ Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.)’e aktarıp oradan da silsile yoluyla şeyhinin kalbine gelerek senin kalbine intikâlini tefekkür ediyorsun.

Yani Allâh (c.c.)’un Nebî (s.a.v.)’in kalbine ihsân ettiği feyz ü füyûzâtın bu silsile yolu ile gelerek kalbine intikâlini düşünerek istifâde etmeye çalışıyorsun. İşte râbıta bu!

Burada rabıtayı kime etmiş oluyorsun?

Rabıtayı Resûlullâh (s.a.v.)’e etmiş oluyorsun. Resûlullâh (s.a.v.) olmazsa zaten ortada hiçbir şey yok ki…

İşin başı kim?

Mihrabda oturan İmâm Nebiy-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimiz… Bizim davamız bu!

Talebeleri Ebû Turâb, Asker bin Hüseyin en-Nahşebî Hazretlerine diyorlar ki:

“Ah Efendim! Siz olmasaydınız biz ne yapardık?” Hazret de diyor ki:

“Evlâdım öyle demeyin. Resûlullâh (s.a.v.) olmazsa biz ne olurduk, deyin.” İşte esas mes’ele, lâfın doğrusu…

Her işin başında Nebi-yi Ekrem (s.a.v.) olduğu gibi râbıta konusunda da işin başında Nebi-yi Ekrem (s.a.v.)’in var olduğunu anlamaya ve anlatmaya çalışmalıyız. Bunun dışında yapılan ta’riflere iltifât etmemeliyiz.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Kalbin Hâlleri

Kalbin Hâlleri

Hz. Mahmud Sami (k.s.)’un kalbin hâllerini anlatırlarken verdikleri bir misâl: “Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cinsinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocukluğumuzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda, bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta kalınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsünü açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade ederdik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hayvanda bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olursa; ya kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teemmül edelim.” buyururlardı.

Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: “Cenâb-ı Hakk, sizin kalıbınıza değil; kalblerinize nazar atfeder.” Kalb nazargâh-ı İlâhîdir ona göre dikkat etmeliyiz.

Yine buyuruyorlar: “Gençliğimde dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Bey bana: “-Sâmî evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et, sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir def‘a Ayasofya Câmii’nde mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta imiş (yani katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi. Câmide mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa ona göre dikkat edelim.”

Gönüller Sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı Kerîm’de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ezcümle:

 

  • Ölü kalb,
  • Hastalıklı kalb,
  • Gâfil kalb,
  • Zâkir kalb,
  • Ma‘nen diri (hayy) kalb.

 

Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak birinci şartın zikrullâha devâm olduğunu her def‘asında tekrâr tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi. Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere: “Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”

“Allâh azîmüşşân’ı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Nefsin Islâhı İçin Beş Şart

Nefsin Islâhı İçin Beş Şart

Allah (C.C.) altı vâv-ı kasemle bildiriyor ki:

«Nefsini tezkiye eden muhakkak felaha dahil olmuştur.» (Eş Şems Sûresi, Âyet: 9)

Hemen müteakip ‘Ayet-i Kerîme’de de: «Ve muhakkak ki nefsini tezkiye edemeyen (temizleyemeyen) de hüsrana uğramıştır.» (Eş-Şems Sûresi, Âyet: 10)

Hal böyle olunca büyük cihad için çok çalışmaklığımız lâzımdır, önce kalbin hamdi olan zikrullah ile kalb aynası tozlan silinir, sonra zikir sadra intikal eder ve letaif-i hamse ile zikredilir, sonra da devrân-ı demle zikir hâli nefse intikâl ederek nefsin sıfatları tahavvüle başlar.

Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edildiği üzere nefis altı kısımdır:

  • Nefsi Emmare (Sûre-i Yusuf)
  • Nefsi Levvame (Sûre-i Kıyâme)
  • Nefsi Mülhime (Vav-ı kasemlerle Sûre-i Şems)
  • Nefsi Mutmainne (Sûre-i El Fecr)
  • Nefsi Mardiye (Sûre-i El Fecr)

Nefsin ilk üç sınıfı hitab-ı İlâhî’ye lâyık görülmemiştir. Ancak nefsi mutmainne, radiye ve mardiye makamları hitab-ı İlâhî’ye lâyık görülerek methedilmişlerdir.

Cenab-ı Hak âyet-i kerîmede:

«Ey Rabb’ına muti olan nefsi mutmainne, sahibine dön. Sen ondan razı, o da senden hoşnut. Kullarımın arasına gir, cennetime dahil ol.» (El-Fecr Sû. Âyet: 27-30) buyuruyor.

Cenab-ı Hak, mutmainne nefis sahiplerini de yerlerinde kalmayıp çalışarak radiye ve mardiye makamlarına yükselmeğe davet ediyor. O hâlde bizlerin de kul olarak nefsimizi tezkiye edip bu sıfatlara nail olabilmek için bazı şartlara riâyet ederek çalışmamız gerekir. Bu şartlar:

  • Halâ-yı Batın (Az yemek, mideyi tam olarak, tıka basa doldurmamak.)
  • Zikr-i daimiye devam etmek.
  • Namazı, duayı ve diğer ibâdetleri huzur ve huşu ile edaya çalışmak.
  • Geceleri teheccüde kalkmak.
  • Salihlerle sohbet etmek.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Birinci Şart: Az Yiyip Oruca Devam Etmek

Birinci Şart: Az Yiyip Oruca Devam Etmek

Mükerrem sıfatla halk olunan insanın kalbine, Cenab-ı Hak nazar eder. Onun için kalbin nurlanmasına çalışmamız lâzımdır. Hastalık nerede ise tedavi oradadır. Kalbin nurlanması ise kalb aynasının tozlarının silinmesiyle mümkün olur. Bu aynanın tozları ancak açlıkla silinebilir. Çok yemek ömrü uzatmaz, az yemek eceli yaklaştırmaz. Az yiyip oruç tutarak açlıktan istifade etmeğe çalışılmalıdır.

Hadîs-i Şerifte: «Devaların başı az yemektir.» buyruluyor.

Beş taifeye beş sual sordular, beşi de aynı cevabı verdiler:

Doktorlar: «Devaların en şifalısı az yemek ve açlıktır.» dediler.

Hikmet ehli: «İbâdete en çok yardımı olan şey az yemek ve açlıktır.» dediler.

Zahidler: «Zühdü en ziyade takviye eden az yemek ve açlıktır.» dediler.

Âlimler: «Hıfzı ilimde en faziletli şey az yemek ve açlıktır.» dediler.

Âmirler: «Taamların en lezzetlisi ve bunu idâme ettiren az yemek ve açlıktır.» dediler.

Bu yüzden nefis mutmainne oluncaya kadar az yemek, az uyumak ve az konuşmak lâzımdır. Nefis mutmainne olunca artık çok yemenin bir zararı olmaz. Yenen yemek kalbe nur olur.

Nefis mutmainne olunca aşılanmış ağaca benzer, verdiği meyveler tatlı olur. Aşılanmamış yabani ağaca verilen gıda ayıklanmamış tomurcuklara ve diğer yerlere gider, meyve tatsız olur.

Cenab-ı Hakk cümlemizi halâ-yı batının fezâilinden istifade eden kullarından eylesin âmin.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

İkinci Şart: Dâimâ Allah (c.c.)'yu Zikretmek

İkinci Şart: Dâimâ Allah (c.c.)'yu Zikretmek

Nefsi tezkiye, kalbi tasfiye hususunda en önemli düsturlardan biri de Cenab-ı Hakk’ı her zaman zikretmektir. Bu hususta Cenab-ı Hakk müteaddit âyet-i kerîmelerde çokça zikri emrediyor. Bu sûrelerde:

«Ey imân edenler Allah’ı çok zikredin.» (Ahzâb Sû. Âyet: 41, Bakara ve Cum’a Sûrelerinde mükerreren)

diye emir buyruluyor. Adet de yok, vakit de. Ale’l-ıtlak zikr-i kesir emr-i celili; kişinin kemâline matuftur. Kişinin kemâliyle zikri nasıl mümkünse murad-ı Sübhânî ondadır. (Mutlak mânâda ve kayıtsız olarak, çokça zikir emri, kişinin kemaliyle alakalıdır. En iyi şekilde Cenab-ı Hakk’ı nasıl zikrediyorsa Cenâb-ı Hakk’ın muradı budur.) Dünya hayatımızda hiçbir ânımızı Cenab-ı Mevlâ’mızın zikrinden gafil olarak geçirmemeliyiz. Çünkü yarın kıyamet gününde ehl-i cennet, dünyada Allah’ı (c.c.) zikretmeden geçirdiği bir an için bile hased edecek ve «Ne olurdu o anı gafletle geçirmeseydim.» diyecek. Orada herkesin defteri kendisine verildiğinde bütün insanlar her an ve lahzada dünyada ne ile meşgul olduğunu görecek. Burada kullar teyp imâl ediyorlar; insanın bütün konuşmalarını nasıl olduğu gibi alıyor. Hatta arada öksürdüğünü bile kaydediyor. Hakiki kuvvet sahibi Cenab-ı Hakk’ın tutturduğu defter muhakkak ki daha mükemmel ve noksansızdır.

Kıyamette Cenab-ı Hak’kın zikrinden dünyada neden gafil olduğu sorulduğunda kullar hâllerine göre cevap verecekler.

Bazısı, «Yarabbi dünyada ben darlıkta idim, o yüzden gaflet ettim.» diyecek. Cenâb-ı Mevlâ da: «Sen benim Yunus (a.s.) kulumdan da mı darda idin; o balığın karnında dahi beni zikretti!» diyecek. Şah-ı Bahaeddin Nakşibend Hazretleri’nin yetiştirdiği iki hanesinden Muhammed Parisa Hazretleri, hac niyeti ile memleketinden çıkmış; yol üzerindeki bir şehirde sarrafa rastlamış. Sarraf daha çok genç, müşterisi çok, alışverişi bol imiş. Üç cihetten dünyevî durumu gören Muhammed Parisa Hazretleri sarrafın kalbine teveccüh etmiş… Keşfen kalbinin Hakk ile meşgûl olduğunu görmüş. Tahsin buyurmuş (Güzel görüp teşvik etmiş ve): «El kârda, gönül yârda!» demiş. Sonra Mekke’ye vardığında Beytullah’ı tavaf esnasında ak sakallı bir ihtiyarın Kabe’nin örtüsüne sarılarak ağladığını görmüş. Gıbta ederek «Keşke bu mübarek makamda ben de böyle iltica etsem, ağlasam.» demiş. İhtiyarın kalbine teveccüh etmiş, keşfen onun dünyalık istemeye geldiğini görerek üzülmüştür.

İşte ne gençlik, ne müşteri ne de zenginlik insanları Allah’ı zikirden men edemez. Burada en mühim husus dünya alâkasıdır. Onu kalpten atmak kolaylıkla mümkün değildir. Bunun için şartlarına riâyetle çalışmamız lâzımdır.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Üçüncü Şart: İbâdetleri Huzur ve Huşu İle Edâya Çalışmak

Üçüncü Şart: İbâdetleri Huzur ve Huşu İle Edâya Çalışmak

Tezkiye-i nefsin ikinci şartı bütün ibâdetleri huşu ile yapmaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de Mü’minûn sûresi birinci âyet’de; «Ancak namazı huşu (ve korku) ile kılanlar felaha ermişlerdir.» buyuruluyor. Mefhum-u muhalifi ile ele alınırsa “Namazı huşu ile kılamayanlar felaha dahil olamayacak!” manası çıkıyor. Rabb’ının huzuruna duran kişi ancak huzur-u kalb ile edaya çalışırsa o ibadeti yapmış olur, ondan lezzet alır ve ondan istifade eder.

Namazın aslı, ruh-u huşu hâlinin ve kalbin bütün namazda hazır bulunmasıdır. Çünkü namazdan maksat kalbi Allah ü Teâla ile bulundurmaktır, heybet ve tazim yolu ile Allah ü Teâla’yı zikretmektir. Çünkü Allah ü Teâla: «Beni hatırlamak için namaz kıl.» (Tâhâ Sûresi, Âyet: 14) diye emir buyurmuştur. Hz. İbrahim (a.s.) namaz kılarken kalbi havf ve haşyetten öyle hışırdardı ki, sesi iki mil uzaktan duyulurdu.

Hz. Ebûbekir (r.a.) namaz kılarken yanındakiler yanık ciğer kokusu duyarlardı.

Hz. Ali (r.a.) namaz kılmak için kalktığında vücudunu bir titreme alır, yüzünün rengi değişir ve «Yedi kat göklere ve yere arz edilen ve onların taşıyamadıkları emânetin zamanı gelmiştir.» derlerdi.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bir Hadis-i Şeriflerinde:

«Namaza durup arzusu, yüzü ve kalbi Allah ü Teâla ile olan, namazın sonunda anasından doğmuş gibi olur.» buyurmuşlardır.

Saad ibn-i Muaz (r.a.) «Müslüman olduğumdan beri, tâ namazdan çıkıncaya kadar dünya, ahiret hatırımdan hiçbir şey geçmesi bende görülmemiştir.» demiştir.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Dördüncü Şart: Teheccüde Kalkmak

Dördüncü Şart: Teheccüde Kalkmak

Tezkiye-i nefsin dördüncü önemli şartı teheccüde kalkmaktır. Bütün mü’minler üzerine müekked sünnettir. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz için vacip hükmünde idi.

Âyet-i kerîme’de:

«Kullarım bana farzdan sonra en çok nafilelerle yaklaşırlar.» (İsrâ Sû. Âyet: 79) diye buyruluyor.

Yine Cenâb-ı Hakk (c.c.): «Onlar o kimselerdir ki, geceleyin namaz kılmak için yataklarından kalkarlar; Rablerine, azabımdan korkarak ve rahmetinden ümidvar olarak dua ederler.» (Secde Sû. Âyet 16) diye buyuruyor.

Sabah namazından velev ki yarım saat de olsa önce kalkıp teheccüd kılarak kalbin tasviyesine çalışmaklığımız lâzımdır. Geceleri teheccüde kalkmak müekked sünnettir. Nasıl ki öğle namazının ilk sünnetini cemaat kılıp farza durunca camiye gelen cemaat imama uyup farzı kılar ve sonradan ilk sünneti terk etmeyip hemen farzdan sonra kılarsa, geceleri teheccüde kalkmak da bu şekilde terki mümkün olmayan müekked sünnettir. Her mü’min devamla mükelleftir. Nitekim âyeti kerîmede: «Mü’minler teheccüde kalkarak Rablerini zikrederler.» buyruluyor. Orada eksik kalan uyku sabah namazından sonra telâfi edilebilir. Zaten nefis mutmainne oluncaya kadar az yemek, az uyumak ve az konuşmak lâzımdır. Ondan sonra yenen yemek vücuda nûr oluyor, uykuyu da Cenâb-ı Hak ibâdet sayıyor. Konuştuğu zaman da Hakk’ı söylediği için herkes istifade ediyor.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Beşinci Şart: Sâlihlerle Sohbet Etmek

Beşinci Şart: Sâlihlerle Sohbet Etmek

Tezkiye-i nefsde en önemli düsturlardan biri de muhakkak ki sâlih ve sadıklarla beraber olmaktır. Buna dair delil: Tevbe sûresinde Cenâb-ı Hak:

«Ey imân edenler, Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olunuz.» (Tevbe Sû. Âyet: 119) diye emir buyuruyor. Bu hususta ağyârdan ictinaba dair nehiy de var. «Nefsine zülmedelenlerle ihtilât etme, alışveriş biter bitmez, kalk savuş.» (En’am Sû. Âyet: 68) diye emir buyruluyor.

Kişinin manevî terakkisinde beraber bulunduğu şahıslar çok önemlidir. Kalbten kalbe hal in’ikas eder (yansır). Nitekim Hadîsi şerif te: «Minel kalbi ilel kalbi sebilâ.» buyruluyor.

İnsanlar sevdikleri ile beraber bulunurlar, bunun yarın mahşerde ve cennette de böyle olacağını bize hadis-i şerif müjdeliyor. «El mer’u ma men ehabbe.» «Kişi sevdiği ile beraberdir.» buyruluyor. Bu dünyada sâlihlerle, sadıklarla bir arada bulunan kişi yarın mahşer günü bu sadık ve sâlih dostundan istifade edecek.

Cenab-ı Hak bizleri sâlih ve sadık kulları ile yaşayıp onlarla haşrolmağa muvaffak buyursun. Cenab-ı Hakk cümlemizi «TEVEF-FENI MÜSLİMEN VE ELHİKNÎ BISSALİHÎN.» (Yûsuf Sûresi Âyet: 101) âyet-i celîlesinin sırrına mazhar etsin. (Âmin.)

SÂLİH VE SÂDIKLARDAN DÜNYÂDAKİ İSTİFÂDE

Sâlihlerden bu dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı Hz. Sâmî (k.s.) Bu husûsta kendilerine âit şu menkîbeyi anlatırlardı: “Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var, kızı ona götürün; inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ verir, dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak uyandı. Annem: Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın? dedi. Kız kardeşim: “Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üzerine oturdu, dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim Allâh (c.c.)’ün izni ile ayağa kalktı, yürüdü. Ömrü boyunca da bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden bi-iznillâh “kabirdeki istifâde!”

SÂLİH VE SÂDIKLARDAN MAHŞERDEKİ İSTİFÂDE

Sâlih dostların birbirlerine olan yardımlarının Kıyâmet Günü de devâm edeceğini bunun tefsîrde de beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:

Kıyâmet günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı hasenâtına denk geliyor. Meselâ, 1000 seyyiesi varsa 1000 de hasenesi var. Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle Hazretleri o kuluna anne babana git bir hasene iste, verirlerse bana getir seni cennete dâhil edeyim, diye buyuruyor. O kul Mahşer Günü’nün o sıkıntılı anında Allâh’ın lûtfu ile anne ve babasını bulup durumunu onlara anlatıyor. Onlar da “Evlâdım bugün biz kendimizi kurtaramadık ki sana bir faydamız olsun; sana bir şey veremeyiz.” diyorlar. O eli boş olarak, mahzûn bir hâlde Hakk’ın huzûruna varıyor. Annem babam bana bir şey vermediler Yâ Rabbi, diye durumu arz ediyor. Bunun üzerine Hakk Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretleri o kuluna:

“Senin dünyâ hayatında benim rızâm için sevdiğin bir dostun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulunun o anda hâtırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun ile biz dünyâ hayatında senin rızân için sevişirdik, diyor. Allâh (c.c.)’un lûtfu ile o dostunu bulup durumunu ona anlatıyor. Kardeşi cevâben diyor ki:

“Ey kardeşim ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar.” diyor. Hesâb veren kul, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna sevinçle geliyor ve durumu arz ediyor. Bunun üzerine Sübhân olan Rabbimiz:

“Yâ öyle mi, o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine acıyarak hasene veriyor; bense Cevvâd ü Kerîm’im, Erhâmü’r-Rahimîn’im, her ikinizi de affettim.” buyuruyor. Ne büyük Tebşîrât-ı İlâhî, El-hamdü li’llâhi Rabbî’l-‘Âlemîn. Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için sevişmeyi nasîb etsin. (Âmîn.)

Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendi’mizin buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir miktâr dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline benzer.” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak görürdü Hz. Sâmî Efendi’miz. Ve bunu uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Hz. Sâmî (k.s.)'un Ders Kontrolü Usülleri

Hz. Sâmî (k.s.)'un Ders Kontrolü Usülleri

Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimizin kendisine göre üslûbları vardı. Bu üslûbu bilenler, söyledikleri sözlerin derin ma’nalarını anlarlar ve idrak ederlerdi. Hz. Sâmî (k.s.), fakire isim vererek; bazı kişilerin derslerini görüşmek üzere çağırttılar. Onların derslerini kontrol ederken dışarıdan bakan biri Hazret’in sohbet ettiğini zannederdi. Dersini kontrol ettiği kimseye dönerek: “İşte zikir hâli dil ile başlar, kalbe intikâl eder. İşte kalbin beş hâli vardır: Ölü kalb, hastalıklı kalb, gâfil kalb, zâkir kalb, ma’nen diri kalb…” diyerek kalbin hâllerini anlatıyor.

Ondan sonra başka bir cihete yönelerek, baştan başlayarak: “Zikir dil ile başlar, oradan kalbe intikâl eder.” diyor ve kalbin hâllerini anlatıyor. Ondan sonra “Zikir rûha intikal eder. Rûh âlem-i ervahdan gelmiştir. Kafeste kuş mesâbesindedir. Bizim esas mükerrem sıfatımız melek gibi yaratılmış olan rûhumuzdur. İkinci basamak kalbden sonra orasıdır.” der. Sonra tekrar baştan başlayıp bunları saydıktan sonra o sırra geliyor.

Hazreti Sâmî (k.s.)’un ders görüşmelerindeki inceliği bilip anlayan kişiler çok değildi. Bazıları Fakir’e gelip Sâmî Efendimizin söylediklerinin mâ’nâsını sorarlar, Fakir de Hazret-i Sâmî Efendimizin onların bulunduğu cihete dönmüş iken söylediklerine göre ne anlaşılması gerektiğini îzâh ederdim.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri

Sosyal Medya Hesaplarımızı Takip Edin
  • Facebook
  • Twitter
  • Instagram
  • YouTube
  • Google Play
  • iTunes
  • Spotify