Hazret-i Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi görevlisi ve ihvâna kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kaleminden: 1892 yılında Adana’nın Tepebağ mahallesinde dünyâyı teşrîf eden Hazret-i Sâmî (k.s.)’un babaları Müctebâ Efendi, anneleri Ümmügülsüm Hanımefendi’dir. Dedelerinin ismi Abdurrahmân, büyük dedeleri İshâk ve Hüseyin Efendi’dir. Büyük Türk Beyliklerinden Ramazânoğlu Beyliği’nin en son beylerinden olan Abdülhâdî Efendi’nin (ki Sâmî Efendi Hazretleri’nin büyük dedelerindendir) tesbîtine göre Ramazânoğlu beyliği aslen Türkler’in Oğuz boyunun Üçoklar kabîlesindendir. Bu kabîlenin de şecereleri büyük Türk Hâkânı Nureddîn Zengî (Şehîd) vasıtası ile Seyfullâh Hz. Hâlid bin Velîd (r.a.)’e dayanır. Efendi Hazretleri kendi ifâdeleriyle doğumlarını şöyle nakletmektedirler:
“-Benim doğumum (1308) târihindedir: Adana’da Vakıfsarayı’ndadır. Doğumumdan evvel kapıya bir zât gelmiş: ‘Bu evde, yakında bir doğum olacaktır, oğlan olacaktır, adını: Sâmî koyunuz; hayırlı bir insan olacaktır.” diyor, gidiyor. Bir müddet sonra doğum oluyor, oğlan oluyor. Adı: “Mahmûd Sâmî” konuyor. Sonra o zât tekrâr geliyor. Oğlan doğduğunu söylüyorlar. Adının da “Muhammed Mahmûd Sâmî” konulduğunu öğrenince: ‘-Sandıktaki emânetimi veriniz!’ diyor. Ona bir emâneti veriyorlar: ‘-Bu değil; esâs sandıktaki bana âid emâneti veriniz!’ diyor. Veriyorlar. Memnûn oluyor. Duâ edip gidiyor.’ Efendi Hazretleri bu ma‘lûmât hakkında: ‘-Bunu kaydediniz. Mühimdir. Gelen zât, boş değildir. Bunları olduğu gibi sen kaydet. İleride neşredilir. İyi olur. Hayırlı olur.’ diye buyurdular.
Not: Bu ma‘lûmât, Muhterem Ömer Kirazoğlu (rh. a.) Ağabey’in kendi el yazısı ile not defterinden alınmıştır. Metinden Hazretin ism-i şerîflerinin tam olarak “Muhammed Mahmûd Sâmî” olduğu öğreniliyor. Hazret’in 6 Kasım 1937’de kendi el yazılarıyla, Latince olarak, “Kadastro ve Tapu Tahrîrine Mahsûs Beyânnâme”de, sâdece “Sâmî” ismini ve imzâsını kullandıklarına ve nüfus cüzdanlarında da sâdece “Sâmî” ismini kullandığına göre, tam ism-i şerîflerinin kullanılmaması o devirdeki birtakım yasakları akla getirmektedir. Bu “Beyânnâme”de, Hazret’in doğdukları ev Seyhân Vilâyeti, Adana Kazâsı, Kayalıdağ Mahallesi, Sabuncu Abdullâh Sokağı olarak belirtilmiştir ki burada da isimler değiştirilmiştir. Hazret’in doğdukları evin bulunduğu mahalle en son Tepebağ adını almıştır.
Doğumundan i‘tibâren bütün hayatı boyunca bu müjdenin şanlı izlerini taşıyan bu zâta, “Âlî makâm sâhibi” ma‘nâsına gelen Sâmî ismi konur. Her hâlleri büyük, yüksek makâm sâhibi oluşlarının dışarıya tezâhürüdür.
Hakk idâresinin kaldırılıp, halk idâresinin müslümânlara da sevdirilmeğe çalışıldığı şu cehâlet asrında; ekseriyetin İslâm dışı davranışlarına;
“Bugünkü şartlarda ancak bu kadar olur.” diyerek kılıf bulup, İslâm’ın bazı şartlarda tam olarak yaşanamayacağı iddiâsını hâlleri ile çürütüp, asra yakın ömürlerinin, doğumundan i‘tibâren tamâmını, sünnete harfiyyen riâyet ederek geçirip, İslâm, fitnenin zirveye çıktığı devirlerde bile sünnete tam olarak ittibâ edilerek yaşanabilir ve kıyâmete kadar da yaşanacaktır diye hayatı ile bunu isbât etmiş bir âlî kadîrdir
Hazret-i Sâmî (k.s.).
Allâh (c.c.) dostlarının büyüklerinden bir zâtın ifâdesi ile “Asırların nâdir yetiştirdiği bir büyük velîdir.” Hazret-i Sâmî (k.s.).
1950’li yılların başlarında İstanbul’a intikâllerinden sonra kendilerine Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz tarafından “MAHMÛD” ismi verilmiş ve kendileri icâzetli halîfeleri Adanalı Hacı Hasan Efendiye:
“-Fakire bundan sonra Mahmûd Sâmî denilmesini ihvâna bildiriniz; bize böyle emrolundu.” diye emir gereği büyük tebşîrâtı bildirirler.
Çocuk yaşlarında muhterem anneleri kendilerini akrânlarıyla oynamak üzere dışarı gönderdiklerinde Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz ellerini dizlerinin üzerine koyup “tahiyyât” oturuşundaki gibi oturup, uzaklara gözlerini diker, devâmlı olarak düşünür, tefekkür ederler. Çünkü Allâh (c.c.)’ün Resûlü (s.a.v.) Efendimiz, Mi‘râc’da tahiyyâtta gibi oturmuşlardı. Bu sünneti ömürleri boyunca hep böyle sürdürdüler. Hiç bir zaman kendilerini bunun dışındaki bir şekilde otururken gören olmamıştır. “Neden arkadaşları ile oynamayıp oturduğu?” sorulduğunda:“-Biz oyun için yaratılmadık.” buyurmuşlardır. İşte hadîs-i şerîfi telmîh; işte sünnete ittibâ.’
Bu sünnete uygun hayat günümüz insanlarının ancak örneklerini kitâplarda görebildiği bir şekilde tam 96 yıl devâm etmiştir. Doğumlarından dâr-ı bekâya intikâllerine kadar gecesiyle, gündüzüyle, harekâtı ve sekenâtı ile günün 24 saatinde sünnet-i seniyyeye; Hazret-i Abdullâh ibn-i Ömer radıyallâhu anhümân’ın dediği gibi ve Pîr Efendimiz Hazretleri’nin de mısralaştırdığı şekilde: “Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretleri’nin eşiğinde aklı kurbân ederek” katıksız, tam teslîmiyetli bir sünnet tatbîkâtıdır bu mübârek hayat! İşte kerâmeti maddî ve ma‘nevî olarak ikiye ayıran Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin: “Esâs kerâmet ma‘nevî kerâmettir; o da yirmi dört sâatin tamâmını Resûl-i Ekrem sallallâhü aleyhi vesellem Efendimiz Hazretleri’nin sünnetine uygun olarak geçirmektir. Bizce makbûl olan da budur.” dediği ma‘nevî kerâmetler manzûmesidir Hazret-i Sâmî (k.s.) Efendimiz’in asırlık ömürleri.
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri: “Ehlullâh kendilerinden kerâmet zuhûr etmesini kadınların hayız ve nifas hâli gibi görürler.” buyuruyor. Bütün hayatlarında buna son derece dikkat eden Efendimiz (k.s.) Hazretleri bir sohbetlerinde (1970’li yılların ikinci yarısında Erenköy’de bir evde) Abdü’l-kâdir-i Geylânî Hazretleri’nin kendisini yardıma çağıran Adana’nın Misis Nâhiyesinin Abdoğlu Köyü’nden bir Ermeni çocuğunun hayvanına, düşen çuvalları biiznillâh yüklemesine âid kıssayı anlatırken, son derece sâf ihvânlardan merhûm Dr. Bahâ Bey, ayağa kalkarak:
“- Vallâhi bu Zât, asrın Abdü’l-kâdir-i Geylânî’sidir, ne zaman sıkışıp yetiş yâ Hazret-i Sâmî desem bu Zât’ın himmetiyle biiznillâh her müşkülüm hallolur.” diye bağırınca, Sâmî (k.s.) Efendimiz Hazretleri mu‘tâdlarını bozarak yeni başlamış olan sohbeti “el-Fâtiha” diyerek bitirip, fakîre dönerek:
“-Arabayı hazırlayın.” buyurdular ve sohbeti yarıda bırakıp, ev sâhibinin yapacağı ikrâmı da: “-İkrâmınızı kabûl ettik, Allâh (c.c.) râzı olsun.” diyerek yemeden oradan ayrıldılar.
İşte kendilerine karşı sırrı fahş edip kerâmetlerini açığa vurana verdikleri kendi üslûblarınca en ağır ders.
Bütün hayatı manevî kerâmet (ya‘ni istikâmet) olan Efendimiz Hazretleri, kendilerinden sâdır olan kerâmetleri böylece saklamamızı bize öğretmiş oluyorlardı. Böylece kerâmetin matlûb olmadığını, zuhûrunun o kişilere Allâh (c.c.)’ün rahmeti olduğunu anlatmış oluyorlardı. Buna da hamdetmek lâzımdı ve hemen takılmadan istikâmet üzere Hakk yola devâmı öğretiyorlardı. Böylece inkılâb kâbiliyetini hâiz olan kalbimiz hakîkî ve tek matlûb olan Allâh (c.c.) ile olacaktı. Ağyârdan ictinâb gerekliydi. İşte kalbin hâllerini anlatırlarken verdikleri bir misâl:
“Bukâlemun denilen, Türkçe adı “bahtabakan” kertiş cinsinden kuyruğu ile dala sarılan bir hayvan vardır. Çocukluğumuzda, bu boz renkli hayvanı tutar, erkeklerin o zaman kullandığı kırmızı renkli, püsküllü, kalıba konan feslerini onun üzerine koyardık. Kısa bir süre sonra fesi kaldırdığımızda, bukalemunun kıpkırmızı olduğunu görürdük. Biraz açıkta kalınca eski boz rengine avdet ederdi. Yine kadınların başını örttüğü siyah renkli yağlığı (başörtüsünü) alır bukalemunun üzerine örterdik. Bir müddet beklettikten sonra başörtüsünü açtığımızda hayvanın renginin siyahlaştığını müşâhade ederdik. Biraz sonra asıl rengine avdet ederdi. İşte bir hayvanda bu derece bulunduğu yere intibâk kâbiliyyeti olursa; ya kalbimizi nasıl muhâfaza etmemiz gerekir; teemmül edelim” buyururlardı.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: **“Cenâb-ı Hakk, sizin kalıbınıza değil; kalblerinize nazar atfeder.”** Kalp nazargâh-ı ilâhî’dir; ona göre dikkat etmeliyiz. Yine buyuruyorlar: “Gençliğimde dergâhta hâl ehli, ehl-i keşiften Âdil Bey bana: “-Sâmî evlâdım, münâsebette bulunduğun kişilere çok dikkat et, sakın kasvetli kimselerle karşı karşıya oturma. Bir defa Ayasofya Câmii’nde Mevlid dinliyordum; bir de baktım letâiflerim durmuş. Karşımda diz dize oturduğum adamın kalbi hasta imiş (ya‘ni katı). Letâiflerimi üç günde zor çalıştırdım.” dedi. Câmiide Mevlid dinleyenin kalbinden bu in‘ikâs olursa ona göre dikkat edelim.”
Gönüller sultânı Hazret-i Sâmî (k.s.), kalbin Kur’ân-ı Kerîm’de beş sınıf olarak beyân edildiğini anlatırlardı. Ezcümle: 1- Ölü Kalb, 2- Hastalıklı Kalb, 3- Gâfil Kalb, 4- Zâkir Kalb, 5- Ma‘nen Diri (hayy) Kalb.
Kalbimizi her türlü hastalık ve tehlikelerden koruyacak birinci şartın zikru’llâha devâm olduğunu her defasında tekrâr tekrâr beyân buyururlardı. Bunun da, az yiyip oruç tutarak ve şartlarına riâyetle yapılırsa netice hâsıl olacağını bildirirlerdi.
Çünkü kul, hadîs-i şerîfte beyân buyurulduğu üzere:
“Kişi kalben zikre muvaffak olursa şeytân me’yûs olarak geri çekilir; zikirden gâfil olursa kalbe yeniden girer.”
“Allâh azîmüşşânı kalben zikreden ile zikretmeyenin farkı cesed dirisi ile ölüsünün farkı gibidir.” buyururlardı. Bu yüzden insanlar, kendilerini Allâh (c.c.)’yü ve O’nun zikrini hatırlatanlarla berâber olmaya çağrılıyordu. Tevbe Sûresi’nde Cenâb-ı Hakk: “Ey îmân edenler, Allâh’tan korkun da sâlih ve sâdıklarla beraber olun.” diye emrediyor. Sâlihlerden bu dünyâda istifâde olacağı gibi kabirde ve mahşerde de istifâde olunacağını tefsîr ve hadîslerden misâllerle anlatırdı, Hazret-i Sâmî (k.s.).
Bu husûsta kendilerine âit şu menkîbeyi anlatırlardı:
“Çocukluğumda kız kardeşim yürüyemiyordu. Yakınlarımız Pozantı’ya yakın bir köyde Kaplanca Dede adlı bir zât var, kızı ona götürün, inşâallâh onun vesîlesi ile Allâh (c.c.) şifâ verir, dediler. Ben, annem ve kız kardeşim o zâtın türbesine gittik. Geceyi orada geçirdik. Gece bir ara kız kardeşim bağırarak uyandı. Annem: “- Kızım ne var, ne oldu, niye bağırdın?” dedi. Kız kardeşim:
“- Anne şu kabirdeki dede kalktı, geldi benim kalçamın üzerine oturdu.” dedi. Bu hâlden sonra yürüyemeyen kız kardeşim Allâh (c.c.)’ün izni ile ayağa kalktı yürüdü. Ömrü boyunca da bir daha ayağı ağrımadı.” İşte sâlihlerden bi-iznillâh “kabirdeki istifâde.”
Hz. Mahmud Sâmi (k.s.)’un hayatını manevi vazifelisi ve ihvana kılavuzu Muhterem Ömer Muhammed Öztürk’ün kâleminden yayımlamaya devam ediyoruz:
Hz. Sâmi (k.s.), sâlih dostların birbirlerine olan yardımlarının kıyâmet günü de devâm edeceğinin tefsîrde beyân edildiğini sohbetlerinde sık sık anlatırlardı:
Kıyâmet günü hesâba çekilen bir kulun seyyiâtı hasenâtına denk geliyor, meselâ, 1.000 seyyiesi (günâhı) varsa 1.000 de hasenesi (sevabı) var. Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle Hazretleri o kuluna anne babana git bir hasene iste, verirlerse bana getir seni cennete dâhil edeyim buyuruyor. O kul mahşer gününün o sıkıntılı anında Allâh’ın lûtfu ile anne ve babasını bulup durumunu onlara anlatıyor. Onlar da evlâdım bugünkü günde biz kendimizi kurtaramadık ki sana bir faydamız olsun; sana bir şey veremeyiz, diyorlar. O eli boş olarak, mahzûn bir hâlde Hakk’ın huzûruna varıyor. Annem babam bana bir şey vermediler yâ Rabbi diye durumu arz ediyor. Bunun üzerine Hakk Te‘âlâ ve Tekaddes Hazretleri o kuluna:
“Senin dünyâ hayatında benim rızâm için sevdiğin bir dostun yok mu idi?” diye soruyor. Cenâb-ı Hakk kulunun o anda hâtırına getiriyor ve evet yâ Rabbi, filân kulun ile biz dünyâ hayatında senin rızân için sevişirdik (birbirimizi karşılıklı severdik) diyor. Allâh (c.c.)’un lûtfu ile o dostunu bulup durumunu ona anlatıyor. Kardeşi cevâben diyor ki:
“Ey kardeşim, ne kadar hasene istersen alabilirsin. Ben kendimi kurtaramadım, bâri sen kendini kurtar.” diyor. Hesâp veren kul, Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna sevinçle geliyor ve durumu arz ediyor. Bunun üzerine sübhân olan Rabbimiz:
“Yâ öyle mi; o böyle bir ızdırâblı gününde kardeşine acıyarak hasene veriyor; bense cevvâdü kerîmim, erhâ-mü’rrâhimînim, her ikinizi de affettim.” buyuruyor.
Ne büyük tebşîrât-ı ilâhî. Elhamdü li’llâhi rabbî’l-‘âlemîn. Allâh (c.c.) cümlemize rızâsı için birbirimizi sevmeyi nasîb etsin (Âmîn).
İlk, orta ve lise tahsîlini Adana’da tamâmlayan Hz. Sâmî (k.s.) yüksek tahsîllerini İstanbul’da yaparlar. Hukuk Fakültesini birincilikle bitiren Hz. Sâmî (k.s.) bu arada bir müddet Gümüşhâneli Dergâhı’na devâm ederler. Bu sırada Bâyezıd dersiâmlarından Rüşdü Efendi (Eski Beşiktaş müftüsü merhûm Fuat Çamdibi Hoca’nın babası): “Sâmî Evlâdım, gel seni Şeyhülmeşâyih Es‘âd Erbilî Hazretlerine götüreyim.” der. Bu teklifi kabûl eden Efendi Hazretleri, Rüşdü Efendi ile berâber Kelâmî Dergâhı’na giderler. Bu ilk karşılaşmanın devâmını kendileri şöyle anlatıyorlar:
“Üstâdımızın huzûruna varıp ellerini öptük. Rüşdü Efendi Hoca: -Üstâdım bu getirdiğim genç Gümüşhâneli Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin evlâdlarından Adanalı Sâmî Efendi, deyince; birden Üstâdımız Es‘âd Efendi Hazretleri: “Hayır! O bizim evlâdımız” buyurdular. Ve orada devâm ettiğim evrâdın ne olduğunu sordular. Günde beşbin zikrullâh, bir cüz Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, Delâil-i Hayrât diye cevâb verdim. -Evlâdım hastalık nerede ise tedâviye oradan başlamak lâzım, bu yüzden şimdilik bunları terk edip kalbî zikre başlayacaksın buyurdular ve Fakîre inâbe verdiler.”
Akarsu deryâya kavuşmuş, su mecrâını bulmuştu. Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu inâyeti ile Hz. Sâmî Efendimiz bir kaç ayda seyr u sülûkunu ikmâl buyurdular. Daha önce iki yıl devâm edilen dergâhta olmayan tecellî burada bir kaç ayda olmuştu el-hamdü li’llâh. Kısa sürede icâzet ve mutlak hilâfet alan Efendimiz Hazretleri mürşid-i kâmilin görevine âid şu kıssaları naklediyorlar: “Gençliğimde dergâha devâm ediyordum. Orada vazîfesi müntesiblerin ayakkabılarının tozunu almak olan bir dervîş vardı. Bir gün onun elindeki bezi aldım, pertavsızın (mercek) altına tutarak bir müddet güneşin altında tuttum. Güneşin harâretinin pertavsız vasıtasıyla bezin üzerine teksîf edilmesi ile bez tutuştu ve yanmağa başladı. Dervîş hayretler içinde kaldı.
İşte mürşid-i kâmil, iki cihânın Serveri ve Rahmet Güneşi Nebî salla’llâhu ‘aleyhi ve sellem Efendimizden aldığı nûru müntesiblerden müsâid kimselerin kalblerine teksîf edip, o nûr-ı Muhammedî (s.a.v.) ile kalbleri diriltip kemâle erdiren kişidir, biizni’llâh. Mürşid-i kâmil çobana benzer; çoban dağda koyunları otlatırken bacağı kırılanı orada bırakır mı? Sırtına atıp ağıla kadar getirir. Mürşid-i kâmil de hiç bir evlâdını bırakmaz ve terk etmez bi-izni’llâh.
Mürşid-i kâmilini bulan ve Zât-ı ‘Âlîlerinin onun ifâdesi ile “Eyyâm-ı şebâbını (gençlik günlerini) şerîat-ı mutahhare ve tarîkat-ı ‘âliyye hizme-tinde” geçiren Hazreti Sâmî Efendimiz ma‘nevî mertebeleri hızla aşıyorlardı. Bu yolda kendi ifâdeleri ile ihlâs ve tam teslîmiyet şarttı. Ölünün yıkayıcısına teslîmiyeti gibi mürîd de mürşîdine teslîm olmalıydı ki bi-izni’llâh neticeye ulaşsın.
Kendileri anlatıyorlar: “Allâme Taftadânî Hazretleri’nin talebelerinden biri bir şeyhe intisâb etmiş. Bu talebeden hocasının huzûrunda hikmetli kelâmlar sâdır olmuş. Hocası: “-Evlâdım, bunları ben sana öğretmedim; sen bunları nereden öğrendin?” diye soruyor. Talebe: “-Efendim ben bir şeyhe intisâb ettim; zikir çekiyorum, doğuş oluyor ve böylece hikmetli konuşuyorum.” diyor. Bunun üzerine ‘Allâme Taftadânî Hazretleri: “Oğlum beni de şeyhine götür”; diyor. Kendileri de aynı şeyhe intisâb ediyorlar. Fakat ya teslîmiyet yok veyâ nasîbi yok aynı tecelliyâtlar kendilerinde zuhûr etmiyor, aynı istifâde olmuyor.
Sâmî Efendimiz Hazretleri’nin bu anlattığı kıssadan çıkan hükme göre nasîbi olan müsta‘îd kişiler mürşid-i kâmili bulup ona tam olarak teslîm olurlarsa bi-izni’llâh neticeye ulaşır, ma‘nevî mertebelerde hızla ilerleyerek kemâle ererler. Bunların hepsi kendilerinde bi-izni’llâh mevcûd olan Hazreti Sâmî (k.s.) kısa zamânda icâzet alırlar, irşâdla görevlendirilirler.
Kelâmî Dergâhı’ndaki hizmet günlerine âid Adapazarlı Pehlivân Efendi şu hâtırayı anlatır: “Adapazarı’ndan on arkadaşımla berâber Es‘ad Efendi Hazretleri’nin ziyâretlerine gittik. Sohbet esnâsında tekkeye dâhil olmuştuk. İçerisi kalabalık olduğundan dışarıda oturuyor, Es‘ad Efendi Hazretlerinin kendilerini göremiyor, sâdece seslerini işitiyorduk. İlk defa sohbetlerine gelmenin heyecânı içindeydik. Sohbet sırasında ihvân arasında genç bir zât dolaşıp hizmet ediyordu. “Bu genç orada dolaşmasa o zamân dikkatimiz dağılmaz, daha çok istifâde ederdik.” diye içimden geçirdim. Sohbet biter bitmez Es‘ad Efendi Hazretleri: “- Adapazarlı Pehlivân Efendi ve on arkadaşı buraya gelsin!” dediler. Hâlbuki bizi hiç tanımıyorlar ve geldiğimizi de görmemişlerdi. “- Sâmî evlâdımız hakkında sû-i zan ettiniz, helâllık alın.” buyurdular. Affımızı taleb edip böylece bu iki zâtı ve aralarındaki derûnî muhabbet ve bağı öğrenmiş olduk. El-hamdü li’llâh
Üstâdına olan muhabbet ve bağlılığını dâimâ arttırarak devâm ettiren Hazreti Sâmî Efendimiz bütün gün ve gecelerini hizmet yolunda geçirdiler. Sâmî Efendimiz dergâhın temizliğinden, ihvânın her türlü ihtiyaçlarına varıncaya kadar bütün hizmetlerini seve seve yaparlardı. Hazret-i Es‘âd Erbilî Efendimiz’in: “Mâ‘nen bizimle aynı mertebededir, lâkin bu vazîfe bize verildi.” diye ta‘rîf ettikleri Hüseyin Efendi Hazretleri yatalak olunca: “Bu zâtın hizmeti için kim tâlip olur?” diye ihvâna sorarlar. Hemen Sâmî Efendimiz o zâtın hizmetlerine koşarlar. Defi hâcetleri dâhil her hizmetlerini uzun müddet seve seve görürler. Nihâyet bu hizmetleri sonunda Hüseyin Efendi Hazretleri: “-Evlâdım, Cenâb-ı Hakk’a niyâz ediyorum; Allâhü ‘azîmüşşân bize ihsân ettiklerini fazlası ile sana ihsân etsin!” diye duâ buyururlar.
Dünyâ hayatını Nebî-yi Ekrem (s.a.v.) Efendimizin buyurdukları gibi: “Benimle dünyânın misâli ağaç altında bir miktar dinlendikten sonra yoluna devâm eden yolcunun hâline benzer.” diye ana rahmi ile kabir arasında bir sefer olarak görürdü; Hz. Sâmî Efendimiz. Ve bunu uzun bir ömürde her an tatbîk ettiler. “Ezher hocalarından Mahmud Efendi Hazretleri, Fakire kendilerinin hâl ve kelâmlarından sordular. O anda hâtırıma gelen şu hâllerini anlattım:
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz: “-Seferden döndüğünüzde hanımlarınızın yanına haber vermeden girmeyiniz.” buyuruyorlar. Hz. Sâmî (k.s.) hayatı bir sefer olarak gördüğü için her yerinden kalkmalarını bir sefer kabûl ediyorlardı. Abdest almak için lavaboya her gidişlerinde yol, zevcelerinin odasından geçiyordu. Yarım asırdan fazla süren evlilik hayatlarında bıkmadan, usanmadan, seve seve her defasında zevcelerini haberdâr ederlerdi. O’nun “Efendi buyur!” diye sesini duyunca odaya girer ve diğer tarafa geçerlerdi. Bu hâl altmış küsûr yıl günde en az on defa devâm etti.” deyince yabancı ‘âlim ayağa kalkarak: “-Bu zât sâhibü’z-zamân’dır. Onun dışında hiç bir velî sünnet-i seniyyeyi bu kadar derin ve ihâtalı anlayıp tatbîk edemez, ancak o yapabilir.” dedi. El-hamdü li’llâhi rabbi’l-‘âlemîn.
Hayatının tek gâyesi Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz Hazretleri’nin sünnetine uymak ve onu ihyâ etmek olan Hz. Sâmî Efendimiz, daha önceki kitâplarda: “Kılıcı boynunda asılı Peygamber” olarak tarîf edilen (s.a.v.) Efendimize bu husûsta da ittibâ edip gazâya iştirâk ederek “gâzî” olmuşlardı.
Bu husûsu kendileri şöyle anlatıyorlardı: “-Birinci Cihân Harbi’nde Osmânlı ordusunda levâzım subayı olarak vazîfe gördüm. Alayımız Edirne’de vazîfe görüyordu. Açlık ve kıtlık son derece şiddetli idi. Askerlerimizin uzun süre yiyecek bulamadıkları oluyordu. Bu yüzden askerler ellerinin yetiştiği yere kadar kavak ağaçlarının kabuklarını yolarak onları çiğniyorlar ve böylece açlıklarını bir nebze olsun gidermeğe çalışıyorlardı.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.) Efendimizin: “Cihâdı terk eden millet zillete düçâr olur.” sözünü bütün talebelerine ezberleten Hz. Sâmî (k.s.) Cenâb-ı Hakk’ın: “Niçin yapamadığınızı söylüyorsunuz?” kavl-i şerîfini de bize kendileri yaşayarak öğretiyorlardı. Yaşayarak, tatbîk ederek bize cihâdı öğretiyorlardı. Harbe iştirâk ederek gâzî olmuşlar ve ömürleri boyunca İslâm için kılıç sallama arzusu ile yaşamışlardı. Mübârek ömürleri doksanı bulduğunda dahî sohbetlerinde Uhud Harbi’nde Amr ibn-i Sâbit (r.a.)’in müslümân oluşunu anlatırken onun lâkabını “Asram lâkabı ile mülakkab; keskin kılıç saldırıcı, diye tarîf ederken oldukları yerde dizleri üzerine doğrularak ellerini havaya kaldırarak elindeki kılıcı ile derhâl düşman üzerine saldıracakmış gibi olan hâlleri ancak görülmekle anlaşılabilirdi. Yaşıyor ondan sonra anlatıyorlar, anlatırken de o hâli aynen yaşıyorlardı. Hayatı cihâttı Hz. Sâmî Efendimizin. Ömür boyu cihâd… Ve bu cihâdı elinde silâhı gazâda da yaşamış ve Gâzî olmuştu Hz. Sâmî (k.s.).
Ve nefe‘ana’llâhü Te‘âlâ bi şefâatihi, Allâh (c.c.) cümlemizi O’nun muhabbetini hakkı ile yaşayıp öylece haşrolanlardan eylesin (Âmîn). Bi hurmeti seyyidi’l-enbiyâ-i ve’l-mürselîn salla’llâhu Te‘âlâ aleyhi vesellem.
Sosyal Medya Hesaplarımızı Takip Edin